*Denize ve denizciliğe olan bağlılığınız nereye dayanıyor? Çocukluğunuzdan ve YDO öncesi eğitim hayatınızdan bahseder misiniz?
Öncelikle çocukluğumdan beri okumayı, seyahat etmeyi ve değişik yerler görmeyi, tanımayı çok severim. Bunda büyük olasılıkla, ilkokuldayken okuduğum on ciltlik “İki Çocuğun Devr-i Âlemi” ile ortaokul yıllarında okuduğum “Seksen Günde Devr-i Âlem” ve “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” gibi denizlerde geçen maceraları da kapsayan kitapların büyük etkisi olmuştur. Ayrıca bir kara subayı olan babamın Ankara, Ayaş, Erzurum, Kars, Sarıkamış, Manisa, Gördes, Kırklareli, Edirne gibi yerlerde görev yapması sırasında değişik yerler görmem de bendeki gezme ve görme isteğini pekiştirmiştir. Bunlara bir de, annem tarafından akrabamız olan Amiral Tacettin Talayman’ın dünyada gezip gördüğü yerleri tatlı tatlı anlatıp, çektirdiği fotoğraflarını göstermesinin etkilerini eklemem gerek.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, babamın subay olması nedeniyle, YDO öncesi, birçok değişik yerde okula gittim. Ankara Ayaş’ta ilkokula başladım, Erzurum’da devam edip, Manisa’nın Gördes ilçesinde bitirdim. Ortaokulu da Gördes’de bitirdikten sonra liseye Kırklareli’nde başlayıp, Edirne’de bitirdim.
Edirne’de amatör birinci lig takımı Ardaspor’da futbol oynadım. Bir keresinde Edirne’de kamp yapan duyma ve işitme engelliler Milli Takımı’yla yaptığımız özel maçı 4-0 kazandıktan sonra, Milli takımımız gittiği Yunanistan’ı evinde 2-0 yenmişti.
*YDO’da eğitim görmeye nasıl karar verdiniz?
Babamın görev yeri neresi olursa olsun, yaz tatillerinde mutlaka Ortaköy’de oturan halamları ziyarete gelip bir süre kalırdık. Tütün depolarının önünden denize girerdim. Denizde dolaşan tüm gemilere, teknelere karşı büyük bir tutkum vardı. Bu sırada, denizi sevmem ve dünyayı gezip görme isteğimle, önünden geçtiğim, Yüksek Denizcilik Okulu’nu görmemem zaten mümkün değildi. Edirne Lisesini bitirdikten sonra, tabii en başta Yüksek Denizcilik Okulu olmak üzere bazı fakültelerin ve Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümünün sınavlarına girdim. Önce Akademi’nin sınav sonuçları açıklanmış ve mimarlık bölümünü kazanmıştım. Ancak oraya hemen kaydımı yaptırmayıp, güverte bölümüne 20 kişi alacak olan Yüksek Denizcilik Okulu’nun sonuçlarını bekledim. Sonuçların açıklanacağı gün okula gittiğimde, giriş kapısına asılan bir kâğıdın önünde birçok kişi yığılmıştı. Kalabalığın omuzları üstünden listeye bakmaya çalıştığımda 20 kişilik listede ilk gördüğüm isim kendiminki olunca acaba yanlış mı gördüm dedim. Kalabalığın dağılmasını bekleyip tekrar kontrol ettim ve kazandığımdan emin olunca hemen kaydımı yaptırdım. Diğer girdiğim sınavların sonuçlarını araştırmadım bile.
*YDO günlerinizi anlatabilir misiniz?
1962 yılında girip dört yıl geçirdiğim YDO, tahsil hayatımın en güzel günleriydi. Bir kere okulumuz İstanbul Boğazı’nın kıyısında muhteşem manzarası olan bir yerdeydi. Arkadaşlıklar çok güzel, samimi ve eğlenceliydi. İlk kez tanıştığım yatılı okul hayatının kendine özgü tatlı eğlenceleri vardı. Denizciliğe ait, karada yaşayan insanlara göre çok değişik olan, farklı bilgiler öğrenmek heyecan vericiydi. Cemalettin Yavaşça, Gündüz Aybay, Tufan Menteş, Fahrettin Küçükşahin, Mümtaz Diker, Müfit Özel, İbrahim Kulan, Efruz İneceli, Rafet Yalçın, Ruhi Sarıalp gibi, adları ilk anda aklıma gelen, çok iyi hocalarımız vardı. Gördüğümüz derslerle ilgili çok az sayıda kitap olmasına rağmen kitabı bulunmayan derslerin hocalarınca yazılmış notları, teksir edilip hepimize dağıtılıyordu. Okulun, bir kapalı spor salonu, iki tane açık voleybol sahası (ki biz burada daha çok futbol maçları yapardık), açık yüzme havuzu, yüzme havuzuna açılan çekek yeri bulunan ve içinde iki adet kürekli, iki adet yelkenli tekne barındıran kayıkhanesi, havuzun kenarında bir gemiden alındığı söylenen gemi direği vardı. Yemekhane ve yatakhanesi çok yeterli olmasa da fena sayılmazdı; kütüphane ve laboratuarları da öyle. Koridorlarda ve Müdür ve yardımcılarının odalarında bir kısmı İbrahim Çallı’ya ait deniz konulu değerli yağlıboya tablolar vardı.
Okuldaki her gün, sabahları erken bir saatte yatakhane hoparlöründen başlayan güzel bir müzik yayınıyla uyandırılmamızla başlar, kahvaltı, etüt, dersler, öğle yemeği, dersler, akşam yemeği, etüt ve yatma şeklindeki aynı düzen ve disiplin içinde devam ederdi. Benim en sevdiğim derslerden birisi, Ruhi Sarıalp’in bizi sabahki beden eğitimi derslerinde Yıldız Parkı’na götürüp ağaçlar arasındaki toprak patikalarda koşu yaptırıp, tepedeki Şale ya da Çadır Köşkü’nün bahçesinde jimnastik yaptırdıklarıydı. Önceleri Ruhi hoca önde koşar biz kendisini takip ederdik. Sonraları, köşklerden birisinin bahçesine vardığımızda yirmi kişilik sınıftan bir kısmının ağaçlar arasında kaybolduğunu fark etmesi üzerine, kaytarmalar olmaması için kendisi en sonda koşmaya başlamıştı.
*YDO bünyesinde, öğrencilik yılınızda ne tip sosyal faaliyetlerde bulundunuz?
YDO Derneğinde görev almadım ama birçok konuda çalışırdım. Derneğin katıldığı dış toplantılara giderdim. Örneğin fotoğrafta görüldüğü gibi, dönemin İstanbul Belediye Başkanı sayın Haşim İşcan’nın verdiği bir kokteyle o zamanki Dernek Başkanımız sayın İsmail Kıral Göğüş ile katılmıştım.
Edirne’de liseyi okurken, o zamanlar İstanbul’da oynanan profesyonel lig dışında, diğer illerde yalnızca amatör ligler vardı. Ben de lise yıllarımda, Edirne birinci amatör lig takımlarından Ardaspor’da lisanslı futbolcu olarak oynuyordum. YDO’ya girdikten sonra, Ardaspor’un maçı olan pazar günleri otobüs biletimi göndererek, Edirne’ye çağırırlardı. Cumartesi gider, hem 1965 yılına kadar Edirne’de oturan ailemi görür, hem de Pazar günü maç oynayıp İstanbul’a dönerdim. YDO’ya girdikten sonra, yapılan bir anonsta Okula yeni girenlerden futbol oynayanların yanımızdaki Şeref Stadyu’munda yapılacak bir antrenmanda denenerek Okul takımına seçme yapılacağını bildirdiler. Antrenmana katıldım. Akşam yemeğine girerken üst sınıflardan beni tanımayan birisinin diğerlerine, “Birinci sınıflardan Aykut diye bir çocuk çok iyi bir sağ açık oyuncusuymuş, hemen Okul takımına alınmış” dediğini duyunca şaşırmış ve kızarmıştım. Okula girdikten mezun oluncaya kadar okul takımının yaptığı bütün futbol maçlarında ya sağ açık ya da sağ iç olarak takımda yerimi aldım. Her yıl yapılan Üniversiteler spor haftasına, Ankara, Konya ve İzmir’de katıldık. Son yıl Hamit Naci gemisiyle stajdaydık ve okuldan temin ettiğim forma ve ayakkabılarla düzenli bir futbol takımı gibi, ziyaret ettiğimiz limanlarda bulabildiğimiz lise takımlarıyla maçlar yaptık. Yalnız Kuşadası’nda maç yapacak takım bulamamış, Türkiye’de o zamanlar ender olan çim futbol sahası çok hoşumuza gittiğinden kendi aramızda top çeviriyorduk. Ancak, hem çim sahaya alışık olmadığımızdan hem de daha önce sahayı sulamış olduklarından, buz pateni yapar gibi ayakta durmakta zorlanıyorduk. O sırada otobüsle tam teçhizatlı bir takım geldi ve çalıştırıcıları nezaretinde antrenmana başladı. Bir müddet sonra bize maç yapmayı teklif ettiler, kabul ettik. Gelen takımın profesyonel İzmirspor olduğunu 9-1 yenildikten sonradan öğrendik. Şeref sayımızı ben atmıştım.
Futbol dışındaki serbest zamanlarda mutlaka ya kitap okur ya da o yıllarda hemen hepsi Beyoğlu civarında bulunan tiyatrolardan, sinemalardan birisine gitmeye çalışırdım.
*YDO’da eğitim alırken yaşadığınız, unutamadığınız anılarınız mutlaka olmuştur.
Tabi çok anı var, burada hepsini anlatamayacağıma göre Okul Gemimizle ilgili bir iki anımdan bahsedeyim.
Deniz Kuvvetlerinden alınıp, okul gemisi haline getirilip, Hamit Naci adı verilen okul gemisiyle ilk olarak bizim sınıfımız 1965 yılı sonuna doğru okulda yapılan bir törenin ardından staja çıktı. Hamit Naci ile hatırladığım kadarıyla, Çanakkale, İzmir, Bodrum, Marmaris, Fethiye, Antalya, Alanya, Mersin ve İskenderun Limanı’na uğrayıp İstanbul’a dönmüştük. Antalya Körfezi’ni geçip Alanya’ya gelişimiz sırasında kuvvetli bir havaya yakalandık. Zaten küçük olan gemimiz büyüyen dalgaların arasında ağır yalpalara düşüyordu. Gece, vardiyası olanların dışında hepimiz kamaralarımızda serilmiş yatıyorduk. Gemimizin her sancağa yatışında, üstümüzdeki güvertede bulunan mutfakta bir şeyler yere düşüp büyük bir şangırtıyla saç zeminde kırılıyor ve kamaralarımızın tepesinde müthiş gürültü çıkartıyordu. Böylesi bir denize alışkın olmayan bizlerden hiç kimse kalkıp ne olduğuna bakacak halde değildi. Gemi personelinden birileri duruma müdahale eder herhalde diyorduk. Her şangırtıda Cengiz Erverdi ile birlikte kaldığımız kamarada yattığımız yerden şangırtının kuvvetine göre “şimdi iki tabak gitti”, “şimdi üç gitti” diye yorum yapıyorduk. Sonunda, kimsenin işe müdahale etmediğini ve böyle giderse gemide yemek yiyecek tabak kalmayacağını konuşmaya başladığımız bir sırada büyük bir gürültü daha koptu ve bir şeyler devrildi. Bunun üzerine, Cengiz’le birlikte kalkıp, yukarıya çıkıp ne olduğuna bakmaya karar verdik. Merdivenlerden sağa sola çarpa çarpa, ayakta zor durarak bir üst güverteye çıkıp mutfak kapısına geldiğimizde, içeri doğru açılması gereken kapının kapalı olduğunu, açılmadığını gördük ve kilitli zannettik. Küçük servis penceresinden baktığımızda, mutfağın ortasında yere civatalanmış olan tahta sehpanın, üstünde monte edilmiş kıyma makinesiyle birlikte devrilip, kapının arkasına düştüğünü ve açılmasını engellediğini gördük. Akşam yemeğinden sonra hava henüz sakinken, mutfaktaki raflarda üst üste sıralanmış bulunan tabakların önüne takılması gereken düşey çıtalar yerine konulmadığı için, geminin her sancağa yatışında en üsten birkaç tabak yere düşüp kırılıyordu. O sırada yapılacak tek şey, servis penceresinden içeri girip en azından tabakların önüne, düşüp kırılmalarını önleyecek, tahta çıtalarını takmaktı. Ben Cengiz’e göre daha ufak yapıda olduğumdan, Cengiz’in yardımıyla servis penceresinden içeri zor da olsa girdim, tahta çıtaları bulup yerlerine taktım. Kapıdan çıkmak için, yerdeki kıyma makinesini kenara çekmeye çalıştıysam da çok ağır olduğundan, yerinden kıpırdatamadım. Tekrar servis penceresinden dışarı çıktım, hiç olmazsa geriye kalan tabaklar kurtulmuştu. Kamaramıza gidip yattık. Sabah Alanya Limanı’nın iskelesine doğru yaklaşırken, uzaktan doğru, iskelenin üzerinde bir kalabalığın toplanmış ve gemimizi beklemekte olduğunu gördük. Hâlâ ölü denizler bulunması nedeniyle sallanıyor olmamıza rağmen, gece yaşadıklarımızı unutup, okul gemisinin karşılanması için bir kalabalık toplanmış olmasının mutluluğunu hissettik. İskeleye yanaşıp gemimizi bağladığımızda kalabalığın bizi karşılamak için değil, fırtınadan batma tehlikesi geçirerek, (yakıt ve su tankları arasındaki geçiş arızalarından) 10 dereceden fazla sancağa yatmış, ufak bir geminin limanlarına sığınmak için geldiğini sanarak, meraktan toplanmış olduğunu, “Geçmiş olsun” dileklerinden ve “Batıyor muydunuz?”, “Yardıma ihtiyacınız var mı?” gibi sorularından anladık…
Okul gemimizle ilgili diğer bir iki anım da şöyle: Hamit Naci Ortaköy’e gelip okulumuzun önüne kıçtankara bağladıktan sonra ilk seferine bizimle çıkmadan önce, personeli tarafından sefere hazırlanmaya başladı. Daha doğrusu, tersaneden çıkıp gelen gemide çalışacak güverte ve makine personeli hem gemiyi tanımaya hem de eksiklikleri gidermek için çalışmaya başladılar. Bu arada bizim sınıfı da sefere çıkmadan önce alışalım diye gemide yatırıp kaldırmaya başladılar. İkişer kişilik kamaralarımıza yerleştik, biz Cengiz Erverdi ile aynı kamarayı aldık. Cengiz her şeyi incelemeye meraklıdır, yattığı yataktan tırnağıyla alabandadaki pas çıkıntılarını koparmaya başlayınca şaka yollu “Yapma şimdi delinecek” dediğimi ve daha sonra su seviyesinin biraz üstünde olan o bölgeden dalgalar vurdukça hafif su sızdığını hatırlıyorum.
Yemeklerimizi de gemide yiyorduk. Daha ilk gün öğle yemeği sırasında gemimizin Başmühendisi Nejat Odman elinde bir yangın söndürme tüpüyle koşarak yemekhaneden geçti. Hepimiz yerimizden fırlayıp peşinden gittik. Koridorun sonunda bir yerde bir elektrik panosundan dumanlar çıkıyordu, yardım ettik, söndürüldü. Rahmetli Nejat hoca da çok sakin bir insandı, “Yangın var” diye bağırmaz ve yüzündeki hafif bir gülümsemeyle, yardım istemeden her şeyi kendisi halletmeye çalışırdı. Sonraki günler, bu yangın olayları o kadar sık yaşanmaya başladı ki, olağan hale geldi, kanıksandı. Nejat hocanın elinde yangın tüpüyle yemekhaneden koşarak geçip bir yerlere gitmesi sırasında artık kimse yerinden kımıldamamaya başladı.
*YDO’dan mezun olmanız ardından mesleğe atılma sürecinizi ve yaşadıklarınızı bizimle paylaşır mısınız? Kılavuz kaptan olmaya nasıl karar verdiniz?
1965 yılında Ruhi hoca bizim sınıfı makine devremizle birlikte Dolmabahçe Stadyumu’na götürerek, elindeki kronometre ile 100 metre koşusu yaptırdı. Teker teker yaptırdığı koşulardan çıkan sonuçlardan hoşnutsuzdu. Sıra bana geldi, koştum. Ruhi hoca “Nasıl yahu 12 saniye, yanlış mı ölçtüm yoksa. Türkiye rekoruna yakın bu. Biraz dinlen seni bir daha koşturacağım” dedi. İkinci koşuda kendimi biraz daha zorlayarak koştuğumda derece 12 saniyenin de birkaç salise altında çıkınca, Ruhi hoca “Adam, sen daha önce koşuyor muydun?” diye sordu. “Yok hocam ben futbol oynuyorum, hızlı koştuğum için de hep sağ açık mevkiinde oynarım” dedim. Bunun üzerine amatör birinci kümede lisanslı futbolcu olduğumu da öğrenince, zaten beni sever ve beden eğitimi derslerinde bir hareketi önce kendisi gösterir sonra ilk beni çağırıp yaptırırdı, kendisi Galatasaraylı olduğundan “Gel seni Galatasaray futbol sorumlusu ile tanıştırayım, sana bir baksınlar” dedi. “Hocam okulu bitirmeme bir yıl kaldı, bitirdikten sonra baksak” dedim, konu öyle kaldı. 1966 yılında Okuldan mezun olunca, Ruhi hoca unutmamış, bu konuşmamızı bana hatırlattı. Ben, biraz da kaçmak için, “Hocam ben Beşiktaşlıyım, orada tanıdığınız yok mu?” dedim. “Olmaz olur mu, seni Hakkı Yeten’e göndereyim” deyip hemen bir kart yazdı. Bunun üzerine Şeref Stadyu’muna gidip, antrenmana başlamak üzere olan Beşiktaşlı futbolcuları saha kenarında bir tahta iskemleye oturmuş halde seyretmekte olan Hakkı Yeten’in yanına gidip, kartı vermeden, yalnızca konuştum. Hakkı Yeten bana “Haberim var Ruhi bana bahsetti” dedikten sonra, açık durmakta olan bir kapıyı göstererek “Git malzemeciye benim gönderdiğimi söyle sana malzeme versin, giyin antrenmana katıl seni bir görelim” dedi. Ben kendisine “Hocam, iki aydan fazladır okul bitirme sınavlarına hazırlandığım için hiç antrenmanım yok, biraz hazırlanıp öyle gelsem” dedim. “Tamam o zaman hazırlandığın zaman gel” dedi. O zamanlar futbol bugünkü kadar büyük paraların kazanıldığı bir iş değildi. Düşünüp taşındım ve bana ne getireceği, ne kadar süreceği tam belli olmayan futbol yerine, dört yılımı verip adım atmaya hak kazandığım, sevdiğim denizi ve gezmeyi bana sağlayacak olan mesleği yapmakta karar kıldım.
Bunun üzerine D.B. Deniz Nakliyat’a girdim. Önce Karadeniz’de, Zonguldak ile Ereğli arasında kömür taşıyan Kars ve Malatya gemilerinde, sonra Kontinant seferi yapmakta olan Mithat Paşa ve Gazi Osman Paşa gemilerinde çalıştım. Daha sonra Amerika’ya sefer yapan, o zamanın yeni ve hızlı gemisi olan Gençlik gemisinde çalıştıktan sonra 1968 yılında askerliğimi yapmak üzere ayrıldım.
Gölcük’te altı ay Yedek Subay eğitimi gördük. O devrede sınıf arkadaşlarımdan Behzat Esinduy, Ünal Burnaz ve makine devremizden birkaç arkadaşımız da vardı. Bizim Okuldan 14 olmak üzere toplam 84 kişiydik. Behsat Esinduy her zamanki çalışkanlığıyla Yedek Subay Okulu’nu birincilikle bitirirken ben de ikinciydim. Yedek Subay Okulu’nu bitirdikten sonra görev yeri kuraları çekilmek üzere önümüze zarflar kondu. Zarfların bir ucu pencerenin duvarına dayalı, kırk beş derecelik bir açıyla durmaktaydı. Sıra bana geldiğinde, en üstteki zarfı mı alayım yoksa aradan mı çekeyim diye bir an durakladığımda, zarfların başındaki subay “Haydi çek birini” dedi ve zarfları duvar kenarındaki ucundan tutup, diğer tarafa doğru yatırdı. Bu durumda, duvar tarafında olup aslında en sonda duran zarf en üste gelmiş oldu, ben de onu aldım. Çektiğim zarfta İstanbul “Beykoz Kapı Gemileri Komutanı” yazıyordu. Kapı gemileri, zamanında İstanbul Boğazı’nın girişine gerilen çelik ağları tutmak için yapılmışlardı. Çelik ağlar artık Boğaz’a gerilmediği için de, Beykoz’da rıhtıma bağlı bir şekilde durmaktaydılar. Sonuç olarak, sabah evimden çıkıp işe geldiğim ve akşam evime gittiğim, çok rahat bir buçuk yıllık bir askerlik dönemi geçirdim. Bu dönemde, çok okuyup kendimi geliştirmeye çalıştım, 1969 ocak ayından başlayarak iki yıl, aylık Yacth Dergisi’ne “Yacht Navigasyonu” başlıklı yazılar yazdım, 1968’de Oya Başağa ile nişanlandım, 1969’da evlendik. Ressam olan ve diğer ressamlar, edebiyatçılar, şairler, mimarlar ve heykeltıraşların akşam yemeklerinden eksik olmadığı kayınpederim Ferruh Başağa’nın sofralarında, gece yarılarına kadar yapılan sohbetlerde, özellikle Melih Cevdet Anday’la ufkum genişledi.
Yedek Subaylık sonrasında, tekrar D.B Deniz Nakliyatı’na girdiysem de, yazıya, çiziye, incelemeye olan merakım dolayısıyla, o sıralarda “Fakülte” ya da “Akademi” olması için uğraşılan, YDO’ya girmek için davet edildim. D.B. Deniz Nakliyatı’ndan ayrılıp “Asistan” kadrosuyla YDO’ya girdim. Ancak başladıktan sonra bana “asistanlık” yerine dahiliye şefliği gibi görevler yaptırılmak istendi, yapmadım. Asistanlık kadroma uygun olarak çalışmak istediğim konusundaki zorlamalarım sonucu, sayın hocam Nejat Odman’ın da yardımlarıyla Okulda son yıllarını okuyan güverte üçüncü sınıflara “yelken” dersi vermeye başladım. Fakat Okulun Akademi olması işi pek kolay görülmüyordu, onun için ayrılıp Alman Bayraklı bir şirketin gemilerinde çalıştım. Bir süre sonra, gerek yemekleri gerekse Alman personelle bağdaşamadığım için, Türkiye’ye dönüp Hayri Baran’a girdim. Turgut Reis tankerinde çalıştım.
Turgut Reis tankerinde çalışırken, sürekli Mersin Limanı’na girip çıkıyorduk. Oradaki kılavuz kaptanlardan bir üst sınıfımızdan Saip Çağlar, burada bir müddet sonra kadro açılacak gelip kılavuz kaptan olsana demeye başladı. Eşim de seferde yanımdayken, bizi oturdukları liman lojmanlarına davet etti. Limanı inşa eden Hollandalı’lardan kalma, çiçekli bahçeler içinde tek katlı villalardan oluşan deniz kenarındaki lojmanlar harikaydı, hoşumuza gitti. Zaten çocukluğumdan beri bende var olan teknelere, gemi kullanmaya olan ilgim, eşimin evden uzağa gitmemem isteği ile çakışınca, Mersin’de kılavuz kaptan olmaya karar verdim.
*Kılavuz kaptanlık yaptığınız yılları anlatabilir misiniz?
Tabi başından beri, Derginin boyutlarını düşünerek, her şeyi çok kısa ve birçok şeyi de atlayarak anlatmaya çalışıyorum, yoksa anlatacak çok konu var. Yine öyle yaparak devam edersem, 1972 yılında Mersin Limanı’nda kılavuz kaptanlığa başladım. Çalışmalarım sırasında Mersin Limanı’nda gördüğüm sorunları ve çözüm önerilerimi yazdığım “Mersin Limanı Sorunları ve Gelişimi” başlıklı yazım 1974 yılında Denizatı Dergisi’nde yayımlandı. Sayın Mümtaz Soysal bir gün Deniz Nakliyat’ın bir gemisiyle Limana gelmişti, sorunları konuştuk; Konuyla ilgili Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde sorunların küçük bir bölümüne değinen bir yazı yazdı. Büyük Millet Meclisi’nde yazdığım konular gündeme geldi. Daha sonraki yıllar içinde, yazdığım sorunların büyük çoğunluğu kısım kısım giderildi.
1983 yılında Mersin Limanı’ndan ayrılıp İstanbul’a geldim ve TDİ’de kılavuz kaptanlığa başladım. 1987 yılında “Gemi Kullanma” adlı kitabımı bastırdım, ki bu kitap şu anda Türkiye’de Denizcilikle ilgili Üniversitelerin Fakültelerinde ve Yüksek Okullarda ders kitabı olarak kullanılmaktadır. Yine 1987 yılında yapılan, o zamanki adıyla, Deniz Pilot Kaptanlar Derneği yönetim kuruluna ve Dernek Başkanlığı’na seçildim. Dernek Başkanlığı’na seçildikten sonra, Boğazlarımızda olan kazalar ve bunların nedenleri üzerine bir araştırma başlattım. Araştırma sonucuna göre, Boğazlarımızdaki kazaların beş ana nedene dayandığını ve bunların üç ayrı çalışma yapılarak önlenebileceğini gördük. Yapılması gereken çalışmaların birincisi, dünyadaki benzer yerlere göre bizde eksik olan kuralların konulması ve yanlış olan bazı kurallarımızın düzeltilmesi; İkincisi, kurallarımızı tam hale getirdikten sonra bunları uygulatacak ve uygulanıp uygulanmadığını denetleyecek bir “Gemi Trafik Hizmetleri” (bu tanımı ilk defa ben kullandım ve yerleşti) kurulması; Üçüncüsü, kılavuzluk hizmetlerimizi çağdaş bir yapıya kavuşturarak, Montrö Sözleşmesi’ne göre zorunlu olmamasına rağmen, geçen gemilerin tüme yakınına kılavuz kaptan aldırılmasıydı. Yeri gelmişken, bu üç çalışmadan ilk ikisinin yapıldığını ancak üçüncüsünün yapılamadığını belirteyim.
Biz Dernek olarak Boğazlarımızdaki kaza nedenlerini ve bunların giderilebilmesi için neler yapılması gerektiğini bir Rapor haline getirerek, 1987 yılı sonundan başlayarak ilgili ve yetkili yerlere dağıttık. Bu Raporumuzun Boğazlarla ilgili bölümü, Denizatı Dergisi’nin 1988 yılı Temmuz ayında çıkan ve yalnızca Raporumuza ayrılan özel sayısında yayınlandı. Konuyu, çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığım yazılar ve çıkmasını sağladığımız haberlerle, televizyon kanallarında yer aldığım haberler ve röportajlarla sürekli olarak gündemde tutup, ilgililerin dikkatini çekmek için uzun uğraşlar verdik. Bu haber ve röportajların en önemlileri Uğur Dündar, Can Okanar ve Cengiz Erdil’in yaptıklarıydı. Sonunda, 22 Nisan 1988 tarihinde İstanbul Deniz Ulaştırması Bölge Müdürlüğü’nde konuyu incelemek üzere yapılan toplantıda bir Komisyon kurulmasına karar verildi. Komisyon uzun süre önemli bir çalışma yapmadı. Sürekli konuyu gündemde tutma gayretlerimizin sonucunda, Komisyon 22 Şubat 1990 günü ilk ciddi toplantısını yaptı ve toplantılar sürdürüldü. Komisyona, Boğazlarımızda neler yapılması ve hangi kuralların konulması gerektiğini belirten, şahsi daktilomda yazdığım, 2 Nisan 1990 tarihli bir Rapor verdim. Daha sonra sürdürülen çalışmalar sonunda 1994 yılı Ocak ayında Resmi Gazete’de yayınlanıp Temmuz ayında yürürlüğe giren “BOĞAZLAR VE MARMARA BÖLGESİ DENİZ TRAFİK DÜZENİ HAKKINDA TÜZÜK” de yer alan 59 maddenin, hukuksal, demiryerleri ve trafik ayrım şeritleri dışında kalan, denizcilik tekniğiyle ilgili 34 maddesi, hemen hemen aynen, Komisyona verdiğimiz bu Rapordan geldi. 1994 yılında yürürlüğe giren ve kısaca “Boğazlar Tüzüğü” diyeceğim bu Tüzük’ten sonra Boğazlarımızda yılda 50 dolayında gerçekleşen kaza sayısı 3-4’e indiği gibi bugüne kadar büyük bir kaza da olmadı.
Dernek olarak Boğazlar konusunda yaptığımız çalışmalar sonrasında, Bakanlar Kurulu Kararı’yla Dernek adımızın başına TÜRK kelimesini almamıza izin verildi ve Derneğimizin adını TÜRK KILAVUZ KAPTANLAR DERNEĞİ yaptık.
Boğazlar Tüzüğü çalışmaları sırasında, 1991 yılından başlayarak o dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde kurulmuş bulunan örneğin, İtalya’da NAPOLİ, Fransa’da Manş Denizi’ni kontrol eden GRISNEZ, Büyük Britanya’da Thames nehrini kontrol eden LONDRA, Hollanda’da ROTTERDAM, Kanada’da VANCOUVER, Singapur’da SİNGAPUR, Hong Kong’da HONG KONG “Gemi Trafik Hizmetleri Merkezleri”ni, içinde sayın Altan Köseoğlu’nun da bulunduğu heyetlerle, gezip görmemin ve bir Kanada şirketiyle, Gemi Trafik Hizmetleri (VTS) kurmak için TDİ bünyesinde kurulan bir heyetle iki yıl kadar yaptığımız çalışmaların büyük yararı oldu.
Hazırladığımız Boğazlar Tüzüğü metni Danıştay incelemesine gönderileceği zaman, sayın Gündüz Aybay telefon edip “Tüzüğün gerekçelerini Ankara’dan istiyorlar, hukuksal olanları ben yazarım da, teknik maddelerin neden konulduğunu sen biliyorsun, gerekçelerini yazıp bana fakslar mısın?” dediğinde gerekçelerini el yazımla yazıp, Gündüz Aybay’a faksladım. Onun tarafından daktilo ettirilip Denizcilik Müsteşarlığı’na iletilen bu gerekçelere göre yapılmış, Tüzük’teki maddelerin çoğu, Tüzük yürürlüğe girdikten sonra, görev verilen personel seçiminin yanlışlığından ötürü, gerekçelerinde belirttiğim amaçlarına uygun uygulanmamasına, kimi zaman yanlış uygulanmasına, sapmalara karşın, yine de başarılı oldu. Boğazlarımızda yıllar içinde artan gemi geçiş sayılarına karşın, kazalar azaldı.
Boğazlar Tüzüğü’nü öğrendiklerinde Karadeniz ülkeleri ve başta Rusya şiddetle karşı çıktılar. Hikâyesi uzun da çok özet anlatıyorum; Önce çoğunluğunu kaptan ve kılavuz kaptanların oluşturduğu 15-16 kişilik bir Rus heyeti Ankara’ya geldi. Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan toplantıda, Rus Heyeti Başkanının ilk sorusu “Türkiye bu Tüzüğü Montrö’yü delmek için mi çıkartıyor?” oldu. Türk Heyeti Başkanı sayın Deniz Bölükbaşı “Türkiye’nin Montrö’yü delmek gibi bir amacı olmadığını, kuralların güvenliğe yönelik olduğunu” açıkladı. Rus kaptan ve kılavuz kaptanlar Tüzükte yer alan teknik maddelerin birçoğu hakkında, neden konulduğuyla ilgili bilgi istediler. Teknik olan bütün sorulara, gerekçelerini de açıklayarak cevaplarını verdim, hiçbirisine itiraz edemediler. Toplantı sonunda Rus Heyeti Başkanı “Biz bu Tüzüğün, deniz güvenliğini sağlamak ve kazaları önlemek için çıkarıldığı ve Türkiye’nin Montrö’yü delmek gibi bir amacı olmadığı konularında ikna olduk. Moskova’ya gittiğimizde bunları politikacılarımıza da anlatacağız” dedi ve gülerek ekledi “Ama herkesin bildiği ve bütün dünyada olduğu gibi, politikacıların ne düşüneceği belli olmaz!”.
Daha sonra, yalnızca Trafik Ayrım Düzeni’nin görüşülmesi gerekirken, heyetimizdeki bazı kişilerin yaptıkları bir hata sonucu, IMO’ya Boğazlar Tüzüğü’nde yer alan bazı maddeler hakkında da bilgi verildi (ki Ankara’ya çağırıldığım toplantıda bunun yapılmaması için ikaz etmiştim). Bu yüzden “Tüzükte yer alan bir kısım maddelerin de” IMO gündemine sokulmasıyla, Tüzüğü savunmak konusunda Londra’da yapılan toplantılarda Türkiye olarak, birkaç yıl büyük zorluklar çekildi. Tüzüğün hazırlanmasında başından sonuna kadar Komisyonda çalışmış ve maddeleri kaleme almış bir kılavuz kaptan olarak davet edildiğim bütün IMO toplantılarına katılmaya çalışarak, Türk Heyeti’ne teknik destek vermek için birkaç yıl boyunca çalıştım.
IMO’daki, Rusya, Bulgaristan, Romanya, Almanya ve Fransa delegelerinin katıldığı, bizim de ben Mehmet Hatip ve Cahit İstikbal’le Türkiye adına katıldığımız özel bir alt grup toplantısında, Rus delege, “Tüzük uygulanmaya başladıktan sonra, hesap ettirdik gemilerimizin yaptığı beklemeler yüzünden 5 milyon dolar kaybettik, bunları Türkiye’den talep edeceğiz” dedi. Konuşma sırası bana geldiğinde kendisine “Sizin gemileriniz dünyanın başka yerlerine de gidiyor, örneğin buralarda görüş uzaklığı çok düştüğünde, sis olduğunda yıllardır var olan güvenlik kuralları nedeniyle beklemiyor mu? Bekliyor. Peki siz onlardan bu beklemeler nedeniyle bugüne kadar herhangi bir tazminat talep ettiniz mi? Hayır. Boğazlarda daha önce bekleme olmamasının nedeni ise daha önce burada güvenlik kurallarının bulunmaması idi. Ancak bu yüzden de, zararı bize de size de dokunan kazalar oluyordu. Şimdi ise dünyanın başka yerlerinde de olduğu gibi Boğazlarda da güvenlik kuralları var. Dolayısıyla gemileriniz, gerektiğinde, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, Boğazlarda da güvenlik için bekleyecek. Biz de şu anda bu toplantıyı, kuruluş ve çalışma amacı ‘deniz güvenliği olan’ IMO’nun çatısı altında yapıyoruz. Dolayısıyla, burası ticari kayıpların değil güvenlik önlemlerinin konuşulacağı bir yerdir” dedim. Daha sonra Rus’lardan bu konuda fazla bir ses çıkmadı.
Yine IMO’da yapılan bir Çalışma Grubu toplantısında, “Boğazlarımızın durumu, kazaların nedenleri ve bunları ortadan kaldırmak için Türkiye olarak aldığımız ve almamız gereken önlemleri” anlatan metnini daha önce hazırladığım bir konuşma yaptım, alkışlandı. Benden hemen sonra söz isteyen Yunanistan temsilcisi şunları söyledi: “IMO çatısı altında bulunduğum uzun yıllar boyunca ilk defa Boğazlar konusunda, Türkiye’den, siyasi olmayıp, teknik konuları açıklayan bir konuşma duydum, teşekkür ediyorum”. Kuşkusuz bunun nedeni Türkiye’nin önceki yıllarda IMO’ya teknik eleman götürmemesiydi.
*DEKAŞ’ın, kuruluş hikâyesini anlatabilir misiniz? Faaliyet alanlarınız ve bugünkü çalışmalarınızı konusunda bilgi verebilir misiniz?
1990 yıllarının başlarında benim de kılavuz kaptan olarak çalıştığım TDİ özelleştirme kapsamına alındı. Sorduğumuz zaman kılavuzluk hizmetlerinin de özelleştirme kapsamı içinde olduğu söylendi. Bunun üzerine, Kılavuz Kaptanlar Derneği olarak, kılavuzluk hizmetleri yapısında bir değişiklik olacaksa, bunun Türkiye’nin katılmayı düşündüğü Avrupa Birliği ülkelerindekine benzer bir yapıda olması gerektiğini düşündük. Dernek olarak Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika ve İtalya’daki kılavuz kaptan dernekleriyle temasa geçerek, onlardaki kılavuzluk teşkilatlarının yapılarını sorduk. Hepsi bize ülkelerinde kılavuzluk teşkilatlarını düzenleyen bir “Kılavuzluk Kanunu” (Pilotage Act) olduğunu bildirdiler. Bu kanunları getirtip yeminli tercüme bürolarında tercüme ettirdikten sonra ilgili ve yetkili yerlere dağıttık. Bu ülkelerde, kılavuzluk hizmetlerinin ülke çapında kılavuz kaptanların kurduğu teşkilatlara verdirildiğini gördüğümüzden, Türkiye’de de benzer bir kılavuzluk teşkilat yapısının kurulmasının yerinde olacağını ilgililere bildirdik.
Ankara’da Denizcilik Müsteşarlığı ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı ile yaptığımız görüşmelerde konuyu inceledikten sonra, “isteğimizin uygun göründüğü” tarafımıza ifade edildi. Yalnız Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, kendi tabi oldukları kanunlarına göre bir işi verirken ihaleye çıkmak zorunda olduklarını bu nedenle, o sırada TDİ’de çalışan kılavuz kaptanların ortak olduğu bir Anonim Şirket kurmamız gerektiğini bildirdi. Biz de böylece 1995 yılı ortalarında, o sırada TDİ’nin bünyesinde bulunan, İstanbul, İzmir, Trabzon, Antalya’da çalışmakta olan bütün kılavuz kaptanların ortak oldukları Deniz Kılavuzluk Anonim Şirketini yani bilinen kısa adıyla DEKAŞ’ı kurduk, ben de yönetiminde yer aldım.
Bu sıralarda 1995 yılı sonları ile 1996 yılı başlarında, Denizcilik Müsteşarlığı, TDİ’nin tekelinde olmayan ve zorunlu tutulduğu için vermekte olduğu, İzmit Körfezi kılavuzluk ve römorkörcülük hizmetlerinde yaşanan aksaklıklara çözüm bulmak amacıyla bir takım girişimler başlattı. Biz de DEKAŞ olarak bu girişimlerin içine dahil olduk ve sonuçta DEKAŞ – Med Marine Müşterek Teşebbüsü olarak İzmit Limanı’nda kılavuzluk ve römorkörcülük hizmetlerini vermek için izin alarak 1996 yılı ortalarından başlayarak hizmet vermeye başladık. Hizmet vermeye başladıktan sonra kurduğumuz modern kılavuzluk istasyonları, hizmetlerde yaptığımız geliştirme, iyileştirme, standartlar, oluşturduğumuz form ve yöntemlerle İzmit Körfezi’nde verilen kılavuzluk ve römorkörcülük hizmetlerinin dünyanın en ileri ülkelerindekinden bile daha iyi düzeye geldiğini söyleyebilirim. Kılavuz kaptanların kurup yönettiği profesyonel kılavuzluk teşkilatlarını üyeliğe tercih eden, Uluslararası Kılavuz Kaptanlar Birliği IMPA’ya, Dekaş olarak 1998 yılında üye olup, Türk kılavuz kaptanlarının dünyaya açılmalarını, temsilini ve IMPA’nın IMO’da Boğazlar konusunda Türkiye’ye destek vermesini sağladık. İki yılda bir yapılan IMPA Genel Kurullarından 1998 Şankay, 2006 Havana, 2008 Bangkong ve 2010’da Avustralya’nın Brisbine kentinde yapılanlara katılarak Türkiye Raporunu sundum. Cahit İstikbal peş peşe 12 yıl boyunca IMPA Başkan Yardımcısı seçilerek Türk kılavuz kaptanlarının dünya çapında temsilini sağladı.
Şu anda, Yönetiminde sınıf arkadaşım Tuncay Alkaya ile görev aldığımız Dekaş olarak İzmit, Yalova ve İskenderun Limanlarında kılavuzluk ve römorkörcülük hizmetlerini Dekaş – Med Marine Müşterek Teşebbüsü’yle vermeye devam ediyoruz.
*YDO geleneğinin devamı olan İTÜ Denizcilik Fakültesi öğrencileri ve yeni mezunlar için meslek yaşantıları doğrultusunda öğütleriniz var mı? Bunları öğrenebilir miyiz?
İ.T.Ü. Denizcilik Fakültesi’nde 1996-97 eğitim-öğretim döneminde Öğretim Görevlisi olarak Gv. 3’üncü sınıflara Gemi Manevrası dersleri de veren bir ağabeyleri olarak, yeni mezun arkadaşlarımıza şunları söyleyebilirim: Okulda öğrendikleriniz genelde teorik bilgilerdir. Denizci vasfı ise teoriyle öğrenilenlerin uygulanması sonucunda elde edilecek tecrübeyle kazanılmaktadır. Dolayısıyla, teorik bilgileriniz uygulamayla birleşip, zamanla elde edilecek tecrübeye dönüşmedikçe iyi bir denizci olmak mümkün değildir. Bunun için her zaman, teorik bilginizi yenileyip, geliştirmeyi ihmal etmeden, çok uygulamayla tecrübelerinizi çoğaltın.
Bir de, mesleki öğrenim ve bilgi gereklidir ama bunun yanında kültürünüzü geliştirmek de çok önemlidir. Çok kitap okuyun, dünya ve Türk edebiyatı ve felsefe alanında, özellikle klasikleşmiş yazarların kitaplarını okuyun. Örneğin ben Bertrand Russel’in kitaplarını beğenerek okurum.
Eflatun’unun “Sokrates’in Savunması” ile Sokrates’in diyaloglarına dayanarak yazdığı “Devlet”ini mutlaka okuyun.
Sinemaya, tiyatroya, baleye, konserlere, resim, heykel sergilerine gidin, gittiğiniz yabancı ülkelerin limanlarında fırsat yaratıp müzeleri gezin, bütün bunlar kültürünüzü geliştirip ufkunuzu açacağı için, inanın mesleğinizi de çok daha iyi yapacaksınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: