Kum torbasından üniformaya yama yapmak ve çamurda savaşmak
Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesinde 5. Ordu Komutanı olarak görev yapan Alman General Liman Von Sanders daha sonra yayınlanan hatıratında (Türkiye’de Beş Sene, Yeditepe Yayınları) şöyle yazıyordu: “Türkler, inşa edecekleri sahra istihkâmı için muhtaç oldukları alet ve edevatı çoğunlukla düşmandan ganimet olarak almaya mecbur kalıyorlardı. Çünkü elde çok az kazma ve kürek vardı. Korunaklar için gerekli ahşap ve demir malzemesi daha o vakit düşman mermileriyle tamamen harap olmuş köylerden sağlanıyordu. İhtiyaca yetecek kadar bile kum torbası tedarik edilemiyordu… İstanbul’dan gelen kum torbalarının askerin ‘tamamen yırtılmış üniformaları yamamak’ için kullanılması ‘tehlikesi’ de baş göstermeğe başlamıştı.’’
Çanakkale cephesinde görevli diğer bir Alman General Hans Kannengiesser de hatıratında (Çanakkale’de Türklerle Beraber Bir Alman Albayın Gözünden Çanakkale, TİMAŞ.) şöyle yazıyor: “Türk askerlerinin barınma ve diğer ihtiyaçları çok azdı. Türklerin, bir battaniyeyi veya şilteyi toprağın üzerine sererek uyuyorlar…. Askerin günlük olarak yanında bulundurduğu porsiyon bir parça ekmek ve birkaç zeytinden ibaret…. Sabahları un çorbası verilmekteydi. Öğle ve akşam yemeklerinde de yine yağlı ama bazen etli çorbaya devam edilirdi. Erzak azlığında başyemek bulgur pilavıydı… iki yıl önce Balkan Savaşı’ndan sağ çıkan ve o savaşta karınlarını otla doyurmak zorunda kaldıklarını ve açlığın, düşman kurşunundan da daha korkunç olduğunu hatırlayanlara göre, evet, bu tam bir savaş değildi, her gün yemeğimizi de yiyorduk.”
Yokluğun Görkemi
24 Nisan 1915 sabahı 19 Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, Conk Bayırında düşmanı karşılayan 57. Alaya ölmeyi emrettiğinde Mehmetçik’in yaşam koşulları işte buna yakındı. Gözlerini kırpmadan ölüme gittiler. Aynı cephede görev alan Alman Binbaşı Carl Mühlmann da hatıratında (Çanakkale Savaşı, Timaş ) şunları yazıyor: “İyice zayıflamış olan vücutları ve çökük yanaklı yüzleri ile Çanakkale’de savaşan Türk askerleri sağlıklı, randımanlı ve iyi şartları sağlayacak her türlü sosyal yardım teşkilatından mahrumdu… Yetersiz besin almış, haşerelere boğuşan, güneş çarpmasına karşı korumasız, kum fırtınalarından, yağmur ve soğuktan müteessir olarak Türk insanı, gündüz ve gece savaşta en ön hatta; avcı hendeğinde, yakınmadan ve homurdanmadan sorumluluğunu yerine getiriyordu. Bu ağır sınama döneminde Türklerle birlikte hareket eden herkes, bu sessiz kahramanlık karşısında sınırsız saygı ve hayranlık duyar ki, o dürüst Anadolu insanına karşı bu duyguyu düşmanı bile esirgemeyecektir.’’
Balkan Felaketi
Türk’ün takdire şayan karakterini, direnme gücünü, vazgeçmeme disiplinini, yaratıcılığını, az ile yetinmesini, düşüp yeniden kalkabilme iradesini ve en önemlisi vatan için gözünü kırpmadan canını feda edebilme cesaretini özetleyen bu satırların yazılmasından 2 yıl önce Osmanlı Ordusu Balkan felaketini yaşamıştı. Öyle bir felaket ki, kelimeler ile anlatmak yetersiz kalır. Savaşta Lüleburgaz’da görev yaparken yaralanıp İstanbul’a getirilen Yüzbaşı Selahattin (Yurtsever) Hatıratında (Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, Remzi Kitabevi) o günleri bakın nasıl anlatıyor: ‘’İstanbul’da Türk subayı gören Rum ve Ermeni çocukların ‘Zabit, Zabit Bulgar geliyor kaç!’ diye dalga geçtikleri günler… Şubat 1913 Hadımköy istasyonundayım. Geri çekilmiş alayıma 3 saat yürüdükten sonra vardım…Yollarda bir sürü ölü, kokmuş, bir kısmını köpekler yemiş. Suratlarına bakılınca mezardan çıkmış sanılan insanlar ancak sopaların yardımıyla ağlayarak yürüyorlardı. Osmanlı payitahtına 45 km mesafede bulunan 100 bin kişilik ordu aç, sefil ve bakımsızdı. Tifüs, kolera, dizanteri, askeri kırıp geçiriyordu. Ne ilaç ne doktor ne hastane.’’ Ege’de son 400 yıldır sahip olduğumuz adaları Yunanistan’a 3 ay içinde kaybettiğimiz, Selanik’i savaşmadan terk ettiğimiz donanmasız günler… Bulgarların Edirne’yi işgal ettiği ve Çatalca’ya dayandığı karanlık günler…
Peki Ne Olmuştu? İki Yıl İçinde Ne Değişmişti?
Balkan Savaşının Türk askerine öğrettiği en önemli ders, şüphesiz eğitim ve doktrin birliği olmayan ama en kötüsü siyasallaşan ordunun sonunda savaşamayacak derecede bölünerek felaket getirdiği olmuştur. Bu felaket ve aşağılanmayı yaşayan ordu ve donanma, İttihat Terakki ile Hürriyet ve İtilaf partilerinin askeri yapı içindeki kutuplaşmasını ciddi tasfiyeler ile sonlandırarak siyasetten uzaklaşmış, kısa sürede toparlanmış, komuta ve doktrin birliğini sağlayıp, 2 yıl sonra Çanakkale’de adeta Balkan Savaşı günlerinden intikam almış, yokluklar içinde harikalar yaratmıştır. Aynı başarı Kurtuluş Savaşında düzenli orduya geçildikten sonra da görülmüştür.
Sosyo-Genetik Kodlar Değişmez!
Türk askeri kahraman milletin sosyo genetik kodlarında her zaman var olan üstün vasıflı muharip yetiştirme becerisini bugüne kadar koruyabilmiştir. Türk askeri ateş altında ve çamurda savaşmasını bilen askerdir. Bugün de devletlerin güç mücadelesinde son kertede belirleyici olan çamurda savaşma yeteneğini koruyabilmektir. Çanakkale’de, Kut Ül Amare’de, Kurtuluş Savaşında; Kıbrıs Barış Harekâtında, PKK ile savaşta, Kardak Krizinde, Kuzey Irak ve Suriye cephesinde ve Akdeniz ile Ege’deki Mavi Vatan mücadelesinde bu kavramın nasıl somutlaştığını gururla gördük. Bu görkemi 31 Mart 1921 günü II. İnönü Savaşında Metris Tepede Mustafa Kemal ile; 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’de Türk süvarileriyle; 20 Temmuz 1974 öğlen saatlerinde Girne’de kıyıbaşını tutan deniz piyadelerimizle tarihin durdurulmaz akışı içinde yaşadık.
Çamurda Savaşmak!
1915 yılında paramparça üniformasına kum torbasından yama yapıp gözünü kırpmadan ölüme giden Türk askerinin bugüne kadara kirlenmeden gelen, o tertemiz ruhu ve iradesi F- 35’den de S-400’den de daha güçlüdür. Bakın Amerikalı tarihçi T.R. Fehrenbach, Kore Savaşlarını anlattığı ‘’This Kind of War (Bu çeşit Savaş)’’ isimli kitabında ne diyor?
“Bir milletin üzerinde sonsuza kadar uçabilir, onu bombalıyor olabilirsiniz. Onu un ufak edebilirsiniz. Hayattan silip atabilirsiniz. Fakat uygarlık için onu korumak ve teslim almak istiyorsanız bunu ancak Roma lejyonlarının yaptığı şekilde kara üzerinde yapmanız gerekir. Bunun için de genç askerlerinizi çamura sokmanız gerekir.”
Günümüzde bir işgal olmadan sadece vekalet savaşlarıyla herhangi kalıcı bir askeri başarı elde edilmesi çok zor. 1999-2020 yılları arasında ABD, savunmaya kabaca 14 trilyon dolar harcadı. Bu miktarın yarısına yakını personel giderleri için kullanıldı. Alt yapının tamamen yok edildiği, milyonların öldüğü Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de işgal ve rejim değişikliklerine rağmen istikrar sağlanamadı. Nihai siyasi hedefler elde edilemedi. Dünya üzerinde füzeler, toplar, roketler ve güdümlü mermilerin yayılması inanılmaz boyutlarda arttı ancak bu yoğunluğa rağmen siyasi sonuç alınamıyor. ABD ve peşine taktığı İngiltere ve Fransa ile bazı AB üyeleri kendi emperyalist savaşlarında artık çamurda savaşacak insan bulamıyor. Vekiller ile kesin sonuç elde edilemiyor. Günümüzün en önemli silahı iyi eğitilmiş yüksek moralli askerdir. Ancak bu askerin en temel değeri Vatan Savaşı olmalıdır. Vatanını savunan ile emperyalist çıkarları savunan arasında çok büyük fark vardır.
Türk Askerinin Üstün Nitelikleri
Türk askerinin üstün nitelikler, verimli mümbit topraklarda uygun ortamı bulan bir tohumun topraktan başak vererek fışkırması gibi nesilden nesile geçerek bugünlere kadar gelmiştir. Ne küreselleşme, ne neo-liberalizmin hazcı ve tüketici yaşam tarzı ne de başta dilimiz olmak üzere batı kültürüne duyulan kayıtsız şartsız özenti kompleksi, bu değerli tohumun genetik kodlarını değiştirememiştir. Türk askerinin Orta Asya’dan gelen, Selçuklu ve Osmanlı mirası ile harmanlanan ve Mustafa Kemal Atatürk aydınlığı ile şahlanan tertemiz vatan sevgisi ile vatanı koruma güdüsü sonsuza dek kirlenmeden ve asla hiçbir siyasi etkiye maruz kalmadan korunmalıdır.
Emperyalizme Direnmeliyiz
Emperyalizm bu saf ve temiz duyguyu kirletmek için içerde ve dışarda pusuda bekleyen hainleri kullanarak her dönem bu dengeyi bozmaya çalışmıştır. 15 Temmuz 2016 gecesi bu felaketi FETÖ üzerinden yaşamış ve geride 254 şehit ve binlerce gazi bırakmış olduğumuzu unutmadan, ordu ve donanmanın tek birleştirici çimentosunun Mustafa Kemal Atatürk olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Zira o kum torbasından yama yapanlarla bugün nefes aldığımız suyunu içtiğimiz devleti yoktan var etti. Türkiye çok zor bir döneme giriyor. Zaman tarihi hatırlamak, hataları tekrar etmeme zamanıdır. Tarih bu coğrafyada “aldatıldık” söylemleri ya da güç ve makam sahiplerinin kişisel tercih ve yanlışları üzerinde şekillenmeyecek kadar ciddi bir dönemece giriyor.