Nobel ödüllü ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un Mart ayında çıkan son romanı “Veba Geceleri” kitap yayınlanalı henüz bir ay bile olmadan edebi değerinden ziyade daha çok yol açtığı bazı siyasi polemikler üzerinden konuşuldu ve tartışıldı. Kitabın olumsuz anlamda bazı eleştirilerin odağı olması romanda yer alan temel karakterlerden biri olan Kolağası Kamil’in kimilerine göre bazı benzer özellikleriyle kurucu önderimiz Atatürk’e benzetilmesi ve bu karakter üzerinden yazarın Atatürk’le dalga geçtiği iddiasıydı.Ancak oldukça enteresan bir biçimde dikkati çeken bir diğer önemli husus yapılan eleştirilerin benzer bir metin özeti üzerinden muhtemelen kitabı okumadan yapılmış olmalarıydı. Oldukça yüksek perdeden kimi tanınmış köşe yazarları tarafından da yinelenen bu iddialar deyim yerindeyse yazar ve kitabı hakkında adeta bir karalama kampanyasına dönüştü.
Bu makalemizde dönem kitaplarına meraklı hevesli bir okur olarak “Veba Geceleri” romanını ele aldığı konular, anlatmaya çalıştığı şeyler çerçevesinde kendi bakışımızla baştan sona ele alırken zaman zaman bu iddiaların işaret ettiği noktalara da değineceğiz. Ancak okurların bu makalenin bir edebiyat eleştirisi, kritiği olmadığını zira bunun haddimizi çok aşan bir yetkinlik ve çaba olduğunu özellikle belirtmek isterim.
Öncelikle “Veba Geceleri” romanının merkezinde yer alan veba salgınının hangi dönemde ve coğrafyada geçmekte olduğuna baktığımızda, kitapta anlatılan olayların Orhan Pamuk’un hayalinde yaratmış olduğu bir Akdeniz adası olan Minger’de, Sultan 2.Abdülhamit Han’ın tahtta olduğu 1901 senesinde geçtiğini görüyoruz. Minger, Girit adasının Kuzeydoğu ucu ile Rodos adasının güneyi arasının ortasında nüfusunun yarısı Müslüman yarısı da Hristiyan olan ve İstanbul Babıali’den atanmış mülki amir Sami Paşa’nın yönettiği Osmanlı İmparatorluğunun vilayeti statüsünde küçük bir Osmanlı adası. Orhan Pamuk kitabın tanıtımı için çektirmiş olduğu videolarda kitabın arka planını, neleri anlatmaya çalıştığını, bu hayali adayı zihninde canlandırırken hangi kaynaklardan yararlandığını oldukça detaylı olarak ifade ediyor.
Orhan Pamuk ve Son Romanı Veba Geceleri
Yazarın kendi ifadesiyle ;
“...Veba Geceleri bir Osmanlı adasındaki salgını durdurmak isteyen bir takım insanın vebayla ,adadaki gelenekler ve kültürle ve sonunda birbirleriyle savaşlarının ,yaşadıkları aşkların ve korkularının hikayesidir...Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinin genel bir manzarasını veren panoramik bir roman aynı zamanda Veba Geceleri.. Günümüze gönderme yapan ve karantina sorunları,ölüm korkusu,kadercilik ve devlete öfke ile meşgul yerleri de var.
Herkesin bana sorduğu siyasi yönleri de var elbette ama eski hikayeler ve hayal gücüme dayanan bir masalsı yönü de var...”
Her biri yaklaşık birkaç dakika süren bu tanıtım videolarının dört tanesi sosyal medya platformlarında yayınlandı ve sekiz tanesi daha önümüzdeki günlerde yayınlanacak. Orhan Pamuk yine bu tanıtım videolarından birinde bu kitabın kırk yıldır kafasında olduğunu, son beş senedir de yazmakta olduğunu, ancak Covid salgınının ilginç bir tesadüf olarak kitabın yazım süreci devam ederken son bir senede hayatımıza girmesiyle kitapta bir takım değişiklikler ve eklemeler yaptığını belirtiyor.
Hayali Minger Adasının Yerleşim Planı
Minger adasını hayal ederken esin kaynaklarından da bahsederek özellikle 1900’lere ait fotoğrafların adayı sokak sokak , evleri, insanları , camileri, kiliseleri ile kafasında şekillendirmesinde çok faydası olduğunu, 2.Abdülhamit Han’ın fotoğrafa olan merakı sayesinde bilhassa onun zamanında inşa edilen binalar ve imaretlerin arşivlere girmiş detaylı albümlerinden de istifade ettiğini anlatıyor. Kendi sözleriyle bunların da ötesinde “....Kenardaki insanlara, ağaçlara,boş yollara,at arabalarına, evlerine, küçük ayrıntılara,küçük şeylere ,manzara resimlerine bakıp merkezdeki Arkaz şehrini ve limanlarını hayal ederdim ...” diyor. Aynı zamanda resim yapma merakı da bilinen Pamuk bu fotoğraflardan esinlenerek birçok çizimler yapıyor ve Minger Adası’nın taslak planını çizdiği kareli defterindeki sokaklara, meydanlara bu yaptığı resimleri yerleştirerek kafasındaki hayali ete kemiğe büründürüyor.
Kitabın başlangıç bölümünde Osmanlı Sağlık Başmüfettişi ve namlı Kimyager Bonkowski Paşa, yardımcısı Doktor İllias, 5.Murat’ın küçük kızı Pakize Sultan ve eşi karantina uzmanı Doktor Nuri ile çiftin muhafızları Kolağası Kamil İstanbul’dan yola çıkan Aziziye gemisi ile olası bir veba salgınını araştırmak için Minger Adası’na geliyorlar. Padişahın gezi gemisi olanAziziye, Osmanlı donanması için 1860'lı yıllarda Robert Napier and Sons tarafından Birleşik Krallık’ta inşa edilen, Osmaniye sınıfı dört zırhlı firkateynin ikincisi olan zırhlı savaş gemisiydi. İnşasına 1863'te başladı, Ocak 1865'te denize indirildi ve aynı yılın Ağustos ayında hizmete girdi. Adını Padişah Abdülaziz'den alan gemi kariyeri boyunca sınırlı aktif hizmet gördü.
Orhan Pamuk’un Kitapla İlgili Bazı Çizimleri
1877-78'deki 93 Harbi esnasında "riske atmak için çok değerli olması" sebebiyle Donanma Komutanlığı tarafından yedekte tutuldu.1897'de Osmanlı-Yunan Savaşı'nın başında bakımsız durumdaydı ve bu savaşta hiçbir çatışmada yer almadı, savaştan sonra ise silahsızlandırıldı. 1904'ten 1909'a kadar kısa bir süre kışla gemisi olarak kullanılmasından başka aktif hizmet görmedi. 1923 yılında hurda olarak gemi sökücülere satıldı ve parçalandı.Aziziye gemisi ile ilgili bölüm kitabın 22.sayfasında aşağıdaki gibi geçmektedir :
“.....yeğeni Abdülhamit’in aksine iki önceki padişah (ve bindikleri gemiye adi verilen) Abdülaziz, Osmanlı donanmasını güçlendirmek için -otuz yıl önce - çok paralar harcamış ,devleti borca soktuktan sonra bu gösterişli gemiyi yaptırmıştı. Padişah'ın gemideki maun kaplamalı, altın yaldızlı, çerçeveli, aynalı şahane odasının aynısı Mahmudiye zırhlısında da vardı. Rus kaptan geminin üstün vasıflarından söz etti: Aslında 150 kişi alabilecek gemi saatte 14 mile kadar çıkabilirdi, ama ne yazık ki, Zat-ı Şahaneleri vakit bulamadığı için Aziziye ile yıllardır bir Boğaz gezisine bile çıkamamışlardı. Oysa, sofradakiler Padişah Abdülhamit’in suikasttan korktuğu için özellikle gemilerden ve teknelerden uzak durduğunu biliyorlardı : ama ihtiyatla konuyu açmadılar.....”
Aziziye gemisi örneğinde olduğu gibi Minger Adası ve romanda yer alan kahramanlar hayal ürünü olmalarına rağmen kitapta bahsi geçen birçok kişi, yer, gemiler ve anlatılan tarihsel olaylar tamamen gerçeklerle bağdaşıyor.
Osmaniye Sınıfı Aziziye Gemisi
Gerçekten de 1901 senesinde dünyanın en büyük üçüncü veba pandemisi Hindistan ‘da baş göstererek sayısız insanın ölümüne yol açıyor . Buharlı gemilerin gitgide yaygınlaşan kullanımı ve bununla beraber ucuzlayan biletler sayesinde daha uzak yerlerden insanlar akın akın Hac ibadetlerini gerçekleştirmek üzere yollara düşüyorlar. Panislamizm’i dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğunu yeniden toparlama çaresi olarak gören dünyadaki tüm Müslümanların halifesi konumundaki Sultan Abdülhamit için Hicaz eyaletine dünyanın dört bir tarafından gelen hacılar, halkının birliğini kanıtlayan bir güç gösterisi anlamına da geliyordu.Veba mikrobu taşıyan Hindistanlı hacılar Mekke ve Medine’de hastalığı diğer ülkelerden gelen hacılara da bulaştırmaya başlayınca salgın hızla yayılıyor ve nüfusları içinde hatırı sayılır oranda Müslüman olan başta İngiltere olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri de durumdan kaygı duymaya başlıyorlar. Ancak bu salgın kaygısının diğer taraftan artık hasta adam olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğunun içişlerine müdahale etme bahanesi olarak kullanıldığını dile getirenler de vardı. Osmanlı’ya adeta mealen “ eğer siz bizim vatandaşlarımızın sağlık ve emniyetini sağlayamazsanız biz ne yapacağımızı kendimiz biliriz ” mesajı veriliyor.Biraz da bu nedenlerden olsa gerek Sultan Abdülhamit Han dünyanın en büyük karantina merkezini Hicaz eyaletinde kurduracaktı. Romanın ana kahramanlarından biri olan Pakize Sultanın eşi Doktor Nuri de bir karantina uzmanı olarak Hicaz’da verdiği başarılı hizmetlerden ötürü Minger Adası’na gönderiliyor. Ancak romanın sonraki sayfalarında salgının bu kadar çabuk yayılmasının başlıca nedenlerinden biri olarak sahipleri genelde Avrupalılar olan buharlı gemilerin kaptanlarının mümkün olan en fazla sayıda yolcuyu alabilmek amacıyla hacı adaylarını son derece sağlıksız koşullarda adeta balık istifi şeklinde taşımaları gösteriliyor. Bu bölümler kitabın 69-71 sayfaları arasındaki bazı bölümlerde aşağıdaki şekilde anlatılıyor ;
“.....1901 yılında dünyaya askeri,siyasi ve tıbbi olarak hakim olan İngiliz,Fransız,Rus ve Almanlara göre veba ve kolera hastalığı dünyaya Mekke ve Medine’den yayılıyordu. Hastalığı Batı’ya (Batı Asya’ya ,Güney Avrupa’ya ,Kuzey Afrika’ya ) getirenler ise Hicaz’a hacca gelen Müslümanlardı.........
......Osmanlı İmparatorluğunun çeşit çeşit köşesinde doktorluk ve karantina uzmanlığı yapan ister Hristiyan,ister Müslüman, isterse Yahudi bütün doktorlar bu iddianın tıbbi olarak ne yazık ki doğru olduğunu derinden bilirlerdi. Ama bazıları, özellikle genç Müslüman doktorlar, bu iddianın siyasi amaçlarla batılılar tarafından abartıldığını, Avrupa dışı milletleri ve devletleri dinsel, ruhsal ve askeri olarak ezmek için kullanıldığını da düşünürlerdi. Bu yüzden, Abdülhamit (“amcanız!” kelimesini kullanmıştı Doktor Nuri karısının gözlerinin içine bakarak ! ) Hicaz’da karantina teşkilatına çok paralar harcamıştı. ....
......Osmanlı Devleti’nin Yemen vilayetinde, Kızıldeniz’de Kamaran Adası üzerinde kurulu karantina istasyonu o yıllarda hem ağırladığı nüfus hem de tuttuğu yer bakımından dünyanın en büyük karantina tesisiydi. Doktor Nuri ilk defa yedi yıl önce hac mevsiminin tam ortasında patlak veren kolera salgını sırasında oraya gittiğini anlatırken duygularını saklamadı. Yüksek fiyatlara rağmen Bombay-Cidde seferini yapan dört yüz kişilik yolcu gemisine yük ambarlarına kadar bin,bin iki yüz hacı adayının balık istifi doldurulduğunu görmüştü Doktor Nuri. Bazı açgözlü vapur kaptanları gemilerin en dar yerleri olan üst parmaklıklara hatta kaptan köşkünün düz tavanına ve en akıl almaz yerlere hacıları öyle tıkış tıkış yerleştirirlerdi ki, ayakta dikilecek yer bulan kişi kıvrılıp oturacak yer bulamaz, kıvrılıp oturan, hatta yatabilen talihliler de ayağa kalkarlarsa oturdukları yerleri kaybedecekleri için yerlerinden kıpırdayamazlardı. ......
Osmanlı Döneminde 1900’lerde Cidde’de bir Hacı Gemisi
........Doktor Nuri, saraylı karısına Arap Denizi’ndeki gemilerde küpeşteye yaslanarak kurulan derme çatma hacı helalarını orada anlattı. Balık istifi insanla doldurulmuş hac gemilerindeki sınırlı sayıdaki helaların hepsi ya bozuktu ya da zaten ilk günden aşırı talep ve cehalet sonucu tıkanırdı. Becerikli Avrupalı kaptanlar bu eksiği, güvertenin her iki yanından halatlarla bağlayıp denize doğru sarkıtılan derme çatma asma iskelelerdeki keneflerle gidermeye çalışırlardı.. Hindistan’dan Hicaz'a giden her gemide her zaman bu helaların başında uzun kuyruklar oluşur, kavgalar çıkar; bazı hacılar dalgalı gecelerde asma kenefte işlerini görürken Arap Denizi'ne düşüp vahşi köpek-balıklarına yem olurdu.......”
Nihayet Aziziye romanımızın baş kahramanlarını Minger Adası’na getirir.Pakize Sultan ve Doktor Nuri’nin muhafızı Kolağası Kamil adanın yerlisidir. Geminin değerli yolcularından meşhur kimyager Bonkowski Paşa yolculuk esnasında Doktor Nuri’ye çok iyi bildiği şu gerçeği tekrarlayacaktır ;
“…..Karantinayı kabul etmek Garplılaşmayı kabul etmektir ve Doğu’ya gittikçe bu çetrefilleşir….”
Aziziye gemisinin Minger Adası’na varış anı kitabın 74-76 sayfaları arasında aşağıdaki alıntılarda olduğu gibi betimlenmektedir.
“ …....Kaptan geminin düdüğünü iki kere öttürdü. İstanbul'dan haftada bir geminin, İzmir, İskenderiye ve Selanik'ten iki geminin geldiği Minger Adası'nda tarife dışı bir vapurun düdüğünü işitmek bütün kenti meraklandırdı. Her zaman olduğu gibi düdük sesi başşehrin iki tepesi arasında yankılandı. Kolağası çocukluğunu geçirdiği sokaklarda bir hareketlenme hissetti. Otellerin, seyahat acentalarının, lokantaların, gazinoların ve kahvehanelerin sahil boyunca dizildiği Rıhtım Caddesi'nde bir at arabası ilerliyor, daha yukarıdaki postane ve Vali Konağı'nın yer aldığı Hamidiye Caddesi'nde, ağaçların arkasında, bir Osmanlı bayrağı dalgalanıyordu…….”
……..Aziziye Arkaz'a gelen bütün yolcu gemileri gibi liman koyunun dışında gürültüyle demir attı ve beklemeye başladı. Kolağası'nın çocukluğunda en sevdiği an işte buydu. “Vapur” denen buharlı gemiyle birlikte adaya yeni posta, yeni yolcular, yeni hikâyeler, dükkânlara yeni mallar ve bir heyecan gelirdi. Gemi demir attığı anda yolcuları ve yüklerini alıp sahile, rıhtıma indirmek isteyen çeşit çeşit kâhyanın emrindeki sandalcılar ve hamallar harekete geçerlerdi. Her sandalcı kâhyasına bağlı bir hamallar ve kürekçiler takımı vardı ve bu takımlar yolcu gemilerinden sahile daha çok yük ve insan indirmek ve daha çok bahşiş almak için birbirleriyle yarışırlardı……”
Yukarıda metinden de anlaşıldığı gibi Aziziye gemisi Minger Adası limanına gelen tarife dışı bir gemi olduğu için insanların dikkatini çekiyor. Peki adaya gelen tarifeli gemiler hangileridir ve hangi limanlardan gelmektedirler? Aşağıda alıntılayacağımız metinde bazı gemi isimleri ve bunları işleten denizcilik firmalarının isimleri verilmektedir ki bu bilgilerin hayal ürünü değil gerçek olduğunu görüyoruz. Ancak tabi ki romanın kurgusuna uygun olarak gerçekte var olmuş bu gemiler Minger Adasına tarifeli sefer yapan gemiler olarak anlatılmışlardır ;
“…….1901 yılında İstanbul'dan yola çıkan buharlı bir gemi bacasından kara kömür dumanları salarak dört gün güneye gittikten ve Rodos Adası'nı geçtikten sonra güneydeki tehlikeli ve fırtınalı sularda yarım gün daha İskenderiye yönünde ilerlerse yolcuları Minger Adası'ndaki Arkaz Kalesi'nin zarif kulelerini görebilirlerdi. İstanbul-İskenderiye hattı üzerinde olduğu için kalenin esrarengiz gölgesi ve silueti pek çok geminin yolcuları tarafından uzaktan hayranlık ve merakla seyredilirdi. Bazı ince ruhlu kaptanlar, Homeros'un İlyada'da “pembe taştan yeşil elmas” ifadesiyle sözünü ettiği şahane görüntü ufukta belirince yolcuları Minger manzaralarının tadını çıkarsınlar diye güverteye davet ederler ve Doğu'ya giden ressamlar bu romantik manzarayı kara fırtına bulutları ekleyerek coşkuyla resmederlerdi. Bu gemilerin yalnızca bazıları Minger Adası'na uğrardı, çünkü o günlerde adaya haftada bir gelen ve düzenli sefer yapan yalnızca üç gemi vardı :
Bir Kartpostalda SS Equateur Gemisi
Yine O Dönemin Bir Kartpostalında SS Saghalıen Gemisi
Messageries Maritimes şirketinin, düdüğünün tiz sesini Arkaz’da herkesin tanıdığı Saghalien ve daha kalın sesli Equateur ile Giritli Pantaleon şirketinin nadiren ve kısa kısa düdük çalan nazik gemisi Zeus…….”
Kitabın ilerleyen sayfalarında Minger Adası’nda daha önceki yıllarda da bir salgın tehlikesinin baş gösterdiğini anlıyoruz.1890’lı yıllarda Hac ibadetlerini yerine getirip adaya geri dönen hacıların kolera mikrobunu adaya getirmiş olabileceklerinden şüphe duyularak onları getiren geminin içinde oldukça olumsuz koşullar içinde karantina altına alınıyorlar.Ancak karantinanın uzaması sonucu ortaya çıkan bazı sorunlar sonunda hacılar ile devletin kolluk kuvvetleri arasında ciddi bir çatışma çıkıyor. Minger adası tarihinde iz bırakan bu olay “Hacı Gemisi İsyanı ” olarak biliniyor. Kitabın bu hadiseyi sayfa102-106 arasında anlatan bölümünden bazı özet alıntılar aşağıda olduğu gibidir ;
“……..1890'larda Hindistan’dan hacı gemileriyle gelip Mekke ve Medine üzerinden bütün dünyaya dağılan kolera salgınlarını durdurmak için “Büyük Güçler”in başvurduğu önlemlerden biri de, hacı gemilerine döndükleri ülkelerde on günlük bir karantina koymaktı : Özellikle Müslüman ülkelerinde sömürgeleri olan imparatorluklar ısrarlıydı bu ikinci karantinada. Mesela Hicaz'da Osmanlıların uyguladığı karantinaya güvenmeyen Fransızlar,hacdan Cezayir’e dönen Messageries Maritimes şirketinin Persepolis adlı gemisinin yolcularını şehirlerine,köylerine dönmeden önce Fransız toprağı Cezayir’de zorunlu son bir karantinaya daha alıyorlardı.
Messageries Maritimes Şirketine Ait SS Persepolis Hacı Gemisi
Kendi Hicaz Karantina Teşkilatı’na güvensizliğe dayanan bu önlemi Osmanlılar da uyguladılar. Hacıları geri getiren gemide sarı bayrak veya hastalıklı yolcu olsun olmasın, bu “ihtiyat karantinasının” uygulanmasını İstanbul'daki Karantina Heyeti kısa bir sürede, İmparatorluğun her köşesinde zorunlu kıldı.
Gemiden İnen Hacı Adayları
Zaten meşakkatli ve çileli olan ve pek çok kişinin ölümüyle sonuçlanan büyük yolculuktan geri dönerken bir de memleketlerinde on gün karantinada beklemek birçok hacıyı isyan ettiriyordu. (Bombay ve Karaçi'den gelen hacıların beşte birinin bu yolculuk sırasında ölmesi doğal karşılanırdı.) Bu yüzden askerler de göreve çağrılmış, doktorlar pek çok yerde polis ve zabıtadan yardım istemişti……
…… Ama Minger Adası'nda üç yıl önce yaşanan beceriksizlik Osmanlı Devleti'ndeki benzeri olayların en fecisini ve karantinaya karşı en büyük öfkeyi yarattı. Hicaz'dan gelen İngiliz bandıralı Persia adlı gemi İstanbul'un yolladığı telgrafta emredildiği gibi Arkaz limanına sokulmamıştı. Kırk yedi hacı Karantina Müdürü Nikos'un bulduğu köhne bir mavnaya alınmış, mavna da adanın kuzeyindeki küçük koylardan birine çekilip demirlemişti. Aşılmaz kayalık dağlarla ve uçurumlarla çevrili bu kuytu koy hacılara doğal bir hapishane görevi gördüğü için karantinaya uygundu. Ama aynı sarp ve kayalık dağlar ve uçurumlar hacılara yiyecek, temiz su ve ilaç yollanmasını zorlaştırıyordu.
......... Mingerli hacılar, önce yiyeceksiz, içeceksiz, perişan oldular. Arkasından çıkan yakıcı güneşte kavruldular. Çoğu hayatında ilk defa ada dışına yolculuk eden hacılar, zeytinlikleri, küçük çiftlikleri olan, sakallı, orta yaşlı köylüler kalabalığıydı.Aralarında babalarına, dedelerine yardım eden dindar ve sakallı gençler de vardı. Çoğu adanın kuzeyindeki Çifteler ve Nebiler gibi dağ köylerindendiler. Üç gün sonra tıkış tıkış mavnada kolera salgını patlak verdi.Zaten bitkin ve tükenmiş olan hacılardan her gün biri ikisi ölmeye başladı. Yolculukta zayıflamış hacılar hastalığa bir direnç gösteremiyorlardı. Ölü sayısının her gün artmasına rağmen onları zorla buraya getirip bırakan memurların ve doktorların ortalıkta görünmemesi yaşlı hacıların bile sabrını taşırıyordu. Karantina kampına dağları at sırtında aşarak en sonunda üç günde yetişen iki Rum doktor da her yerine mikrop bulaşmış gemiye sandalla çıkıp öfkeli hacıları muayene etmek için acele etmediler. Geminin bir pislik ve hastalık yuvası olduğunu hissediyorlardı. Yaşlı hacılar neden burada tutulduklarını anlayamıyor ama ölmekte olduklarını içten içe seziyorlardı. Yaşlı, yorgun bazı hacılar tam ölmek üzerelerken tuhaf gözlüklü, keçi sakallı Hıristiyan doktorların üzerlerine lizollü, ilaçlı sıvı sıkmasını istemiyorlardı. ….
……Hacılar arasında da yer yer tartışmalar çıkmaya başlamıştı. “Cesetleri mavnadan denize atalım” diyenlerle, “Akrabamızdır, şehittir, gömeceğiz” deyip buna karşı çıkan hacılar birbirleriyle kavga ediyor ve güçlerini tüketiyorlardı….
…….Öfkeli hacılar önce başlarındaki iki askeri bertaraf ettiler ve onları denize attılar.Hacıların hepsi gibi ( aslında imparatorluğun hakim milleti Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu gibi ) yüzme bilmeyen neferlerden biri boğularak ölünce,gelişmeleri her gün Vilayet’de toplanıp takip eden Vali Sami Paşa ve Garnizon Komutanı abartılı bir cezalandırma harekatına giriştiler……
….En sonunda hala bir gücü ve aklı kalmış olan hacıların bazıları teknede kuşatma altında kalırlarsa tek tek öleceklerini anlayıp bir yarma harekatına giriştiler.Hacılar kayalar arasından sekerek kaçmaya,keçi yollarından yukarıya kaçmaya çalışırken telaşlanan askerler onlara ateş etmeye başladılar.Minger Adası’nı işgale gelen düşman ordularını püskürtür gibi heyecanla ateş ediyorlardı. Bazıları denize atılarak ölen arkadaşlarını hatırlamıştı. Askerler sakinleşip silahlarını susturana kadar en azından on dakika geçti. Pek çok hacı vurulup düştü. Bazıları arkadan vurulmuşlardı……
Vali Sami Paşa bu olay konusunda haberlerin yayımlanmasını, hatta herhangi bir imada bulunulmasını yasakladığı için bugün bile kaç hacının vurularak öldürüldüğü, kaçının teslim olup tekrar karantinaya alındığı ( bazıları bu ikinci karantinada koleradan gerçekten ölmüştü ), da sonunda köyüne dönüp hastalığı ve bu korkunç hikâyeyi bütün adaya yaydığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Vali Paşa bu tarihi olaydaki sorumluluğu yüzünden eleştirilmekten,küçümsenmekten ve kötü niyetli sanılmaktan hiç kurtulamadı. Abdülhamit tarafından cezalandırılmayı bekledi ama onun yerine garnizonun yaşlı komutanı ve askerleri cezalandırılıp sürüldüler…..
………..Vali Sami Paşa bu konuda en iyi savunmanın vakanın unutulmasını beklemek olduğuna karar vermişti. Bunun için olayın gazetelere geçmemesine özel dikkat gösterdi ve bir süre bunda başarılı oldu. O ilk dönem Vali, hac yolunda ölenlerin dinimizde buyrulduğu gibi resmen “şehit” olduğu ve bunun en yüksek mertebe olduğunu telkin etmeye çalıştı. Ölen hacıların aileleri tazminat isteklerini ifade etmek için Arkaz'a geldiği zaman onları makamında kabul ediyor, şehadet şerbetini içenlerin cennetteki özel yeri” konusunu açıyor ,tazminat davalarında onların yanında olduğunu, elinden gelen her şeyi yapacağını ama Rum gazetecilerle konuşup olayı büyütmemelerini söylüyordu…….”
Yukarıdaki bölümlerden de anlaşılacağı üzere veba salgınını önlemek adına Minger Adası’na çıkan kahramanlarımızın işleri hiç de kolay değildi.
Zira karantina önlemlerine karşı en büyük karşı koyuş ve direnişi ,Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli dönemlerinde yerli Hristiyan nüfusu dengelemek için adaya yerleşmeleri adeta teşvik edilmiş başta Halifiye Tekkesi olmak üzere Kadiri Tekkesi, Zaimler Tekkesi, Rıfailer Tekkesi gibi kendince kurumsallaşmış,halkın önemli bir bölümünden de saygı gören tarikatlar ve bunların dini liderlerinden göreceklerdi.
Tam bu noktada “Veba Geceleri” nin esasen bize ne anlatmaya çalıştığını sorgulayabiliriz. Bize öyle geliyor ki Orhan Pamuk gerçekten de 20.yüzyıl başında yaşanmış olan dünyanın üçüncü büyük veba salgını üzerinden yakın tarihimizin modernleşme, laikleşme ve tüm bireylerin devlet karşısında eşit olmaları gibi batıdan ilham alınarak hayata geçirilen reformları gerçekleştirenler ve savunucularıyla , dini duyarlılıklar üzerinden bu yeniliklere karşı çıkan kesimlerin tüm yakın tarihimize sirayet etmiş olan çatışmalarını anlatıyor.
Aslında yazar kitabın tanıtım videolarından birinde bunun ipuçlarını da veriyor. Kendi sözleriyle alıntılayacak olursak ;
“…..”Veba Geceleri”ni beş yıl önce yazmaya başladım.O zaman Corona virüs salgını da olmadığı için herkes bana “ Niye veba ve salgın kitabı yazıyorsun ?” diye sorar, bu sözleriyle çoğunluk “Ne alaka bunlar geçmişte kaldı” demek isterlerdi.
Ben de onlara halkı karantina önlemlerine uymaya, itaat etmeye zorlayan paşaların, askerlerin, memurların ve doktorların aslında millete modern hayatı ve laikliği benimsetmek isteyen modernleşme yanlısı siyasetçilere çok benzediğini söylerdim…..”
Orhan Pamuk kullandığı ilginç metaforlar ile yaptığı göndermelerde her zaman kronolojik bir sırayı takip etmiyor. Bunların içinde bugüne hatta yakın gelecekte neler olabileceğine dair dikkatli bir okurun gözünden kaçmayacak imalar da var. Aslında kitap bir kurgu olduğu kadar aynı zamanda Osmanlı’nın son döneminden bugünün Türkiye’sine kadar olan süreci hayali Minger Adası üzerinden anlatan, yorumlayan son derece zekice ve zengin bir hayal gücüyle harmanlanmış bir alegori. Özellikle kitabı okuyacak olan yabancıların Türkiye’nin yakın tarihi hakkında yeterli malumatları yok ise kitabı yeterince çözümleyebilmeleri pek mümkün görünmüyor. Özellikle bu yönüyle “Veba Geceleri” bize dair, bizler için yazılmış bir roman.
Kahramanlarımız Sağlık Başmüfettişi Bonkowski Paşa, yardımcısı Doktor İllias, Doktor Nuri ve eşi Pakize Sultan ile çiftin özel muhafızı Kolağası Kamil, Aziziye gemisinden Minger Adası’na iner inmez Vali Sami Paşa ile bir araya gelir ve alınacak karantina önlemlerini karara bağlarlar. Bunu izleyen günlerde veba salgının adada yayılmasını önlemek için okullar, camiler, kiliseler kapatılır, şüpheli mekanlar dezenfekte edilir ve devlet binaları gibi herkesin sık sık girip çıktığı binalarda kapıdan girecek olanlara lizol gibi ilaçları seyyar pompalarla tatbik eden memurlar görevlendirilir. Ayrıca veba mikrobunu taşıdığından şüphelenilen ölüler dini usulleri bir kenara bırakarak kireçlenmek suretiyle tören düzenlenmeden ada mezarlığına gömülürler.
Ayrıca Bonkowski Paşa hem geçmiş günleri yad etmek hem de adadaki salgın durumu hakkında malumat almak için eski ortağı eczacı Nikiforo ‘yu ziyaret eder. Bu sohbet esnasında Nikiforo’nun Vali Paşa gözünde şüpheli biri olduğunu anlarız. Vali Sami paşa Nikiforo’nun dükkanının tanıtımı için bizzat kendi hazırladığı ve üzerinde adanın simgesi olan Minger gülünün yer aldığı flamaya adadaki Osmanlı idaresinden hoşnut olmayan bazı Rum ayrılıkçıların hayallerindeki bağımsızlık bayrağı olduğundan şüphelenerek el koydurmuş ve vilayet binasında bir çekmeceye koydurtmuştur. Eczacı Nikiforo , Bonkowski Paşa ile olan sohbetinde Osmanlının bu kaygılarını ve bu yolda aldığı bazı caydırıcı önlemlerden bahseder ;
“……Vali tek şey yapar, bu fenalıkları yapan isyancı Rum köylerinin adlarını ve yerlerini belirler ve yazları Osmanlı zırhlıları Mahmudiye ve Orhaniye bu köyleri bombalasınlar diye davet eder. Şükür ki çoğu zaman gelmezler……”( Syf.54 )
Kahramanlarımız ve adamız her ne kadar hayal ürünü olsa da kitaptaki adı geçen bu Osmanlı zırhlıları gerçektir:
Mahmudiye, Osmanlı donanması için 1860'lı yıllarda Birleşik Krallık'ta inşa edilen, Osmaniye sınıfı dört zırhlı firkateynin sonuncusu olan zırhlı savaş gemisiydi. Geminin inşaatı 1863'te başladı, Aralık 1864'te denize indirildi.
Osmaniye Sınıfı Mahmudiye Zırhlısı
Osmaniye sınıfında Thames Ironworks and Shipbuilding Company'de inşa edilen tek gemi olan Mahmudiye, adını Sultan II. Mahmud'tan alıyordu. Gemi bordalara dizili on dört 203 mm ve on 36-libre Armstrong topa ek olarak, burunda bir adet 229 mm Armstrong top taşıyordu. Gemi kariyeri boyunca sınırlı aktif hizmet gördü. 1877-78'deki 93 Harbi esnasında riske atmak için çok değerli olması sebebiyle Donanma Komutanlığı tarafından yedekte tutuldu. Gemi 1880'li yılları hizmet dışında geçirdi. 1890'lı yılların başında yeniden inşa edildi ve daha modern bir gemiye dönüştürüldü; ancak yeniden inşasının hemen ardından başlayan 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nın başında bakımsız durumdaydı. Bu savaşta hiçbir çatışmada yer almadı ve savaştan sonra silahsızlandırıldı. 1909'dan 1913'e kadar kısa bir süre kışla gemisi olarak kullanılmasından başka aktif hizmet görmedi. 1913 yılında hurda olarak gemi sökücülere satıldı ve parçalandı.
Orhaniye , Osmaniye sınıfı zırhlı fırkateyn sınıfının üçüncüsü ,1860'larda Robert Napier and Sons tarafından Osmanlı donanması için Birleşik Krallık'ta inşa edilen bir zırhlı savaş gemisidir. Omurgası 1863 yılında serilen gemi, Haziran 1865'te denize indirildi.
Osmaniye Sınıfı Orhaniye Zırhlısı
Orhaniye tamamen yukarıda özelliklerinden bahsedilen Mahmudiye zırhlısının eşiydi. Osmaniye sınıfı gemiler, 1877-1878 yıllarında gerçekleşen 93 Harbi sırasında Akdeniz'de güvenli bir şekilde tutuldu Gemi, 1880'leri Haliç'te geçirdi. 1890'ların başında kapsamlı şekilde yeniden inşa edilerek daha modern bir gemiye dönüştürüldü. Buna rağmen 1897'de Osmanlı-Yunan Savaşı başladığında bakımsızlık ve mürettebatın eğitim eksikliği nedeniyle Yunan gemileriyle çatışmaya girmeye uygun durumda değildi. Sonuç olarak hiçbir çatışmada yer almadı ve savaştan sonra silahları söküldü. 1909'da aktif hizmetten çıkarıldıktan sonra kışla gemisi olarak kullanıldı. 1913'te hurda olarak satıldı ve parçalandı.
Daha sonraki günlerde alınan karantina önlemlerini tereddütsüz ve eksiksiz uygulayabilmek amacı ile Vali Sami Paşa’nın da onayı ile Kolağası Kamil liderliğinde bir Karantina Neferleri Bölüğü kurulur. Bu askerlerin görevi karantina kararlarına direnenleri gerekirse zorla ve silah gücüyle yola getirmektir. Zira başta Halifiye tekkesi olmak üzere dini liderler ve tekke müritleri camilerin kapatılmasına, vebadan ölenlerin dini usuller uygulanmadan kireçle kaplanarak alelacele gömülmelerine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu konuda başı çekmekte olan Halifiye Tekkesinin liderleri, Şeyh Hamdullah ve onun sağ kolu Nimetullah Efendi’dir.
Her ne kadar karantina önlemleri gerektiğinde zorla uygulanmaya çalışılıyorsa da ada halkının özellikle tekke ve tarikatların etkisinde olan hatırı sayılır bir bölümünün bu kurallara muhalefeti yüzünden adada salgın yayılmakta ve tam olarak kontrol altına alınması mümkün olmamaktadır. Ada nüfusunun yarısını oluşturan Hristiyan cemaatinin bir kısmı , özellikle varlıklı olan kesimi fırsat bulur bulmaz Selanik, İzmir gibi Osmanlı İmparatorluğunun diğer vilayetlerine göç etmeye başlamışlardır. Kitabın ilgili sayfalarında bu bölüm gidenlerin ve kalanların psikolojik durumlarını, motivasyonlarını ele alarak oldukça ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir.
Bu noktada ister istemez yazar acaba adadaki bu göç olgusu üzerinden bizlere günümüze dair bir şeyler mi anlatmak istiyor diye sorguluyoruz. Kitabın 165-170 sayfaları arasındaki bu bölümleri aşağıda özet olarak alıntılıyoruz ;
“……Adanın Rumları ve okumuş yazmış Müslümanları bir felaketin eşiğinde olduklarını akıllarının bir yanıyla derinden algılıyorlardı artık ama çoğu zaman bunu gözlerinin önünde canlandıramıyorlardı…….
.......Bir de hayal güçleri zayıf olduğu için korkmayanlar vardı. Yirmi bir yıl dışarıdaki hayatı düşlemiş olan Pakize Sultan’a göre bu kişilerde geleceklerini sahne sahne gözlerinin önünde canlandırma, bununla mutlu ya da mutsuz olma yeteneği diğerlerine göre kısıtlıydı.
Osmanlının Son Dönemlerinde Karantina Görevlileri
……..Herkesi ayaklandıran, limana indiren huzursuzluk Vali Paşa'nın da içinde kaynıyordu. Ada; bu akşam, onu terk edenler ile burada kalanlar olarak ikiye ayrılıyordu. İster Rum olsunlar ister Müslüman burada kalanlar sanki asıl adalıydılar. Ötekiler savaş günü ricat edip evlerine dönenlerdi…….
……Ora ve Hrisopolitissa Mahallesi’ndeki eski zengin Rum ailelerinin önde gelenleri, taş ticareti zengini Aldoniler ve Kuzey’de köyleri olan ve hastane,okul ve diğer hayır işlerine destek olan Mimiyanoslar da ( panjurları kapalıydı ) adadan ayrılmışlardı…..
…….Gemi acentalarının önünde kuyruklar oluştuğunu, limanda ve limana inen sokaklarda yoğun bir telaş olduğunu ama otellerin kalabalık bahçelerinde,Avrupai kahve salonlarında müşterilerin hala oturduklarını ve eski gazeteleri okuduklarını gördüler……
…….Ama o gün adadan karantinaya alınmadan ayrılacak son gemilerden birine binme telaşına kapılan kalabalığın aşırılıkları en büyük tehlikeydi.
Rıhtımda toplanıp gemi bekleyen korkulu insanların telaşını bugün haklı buluyoruz. Çünkü antibiyotiklerin henüz keşfedilmediği 1901 yılında veba salgınına bir bireyin göstereceği en doğru tepkinin kaçmak olduğunu biliyoruz. Öte yandan bu haklı tutum, seyahat acentalarının ticari yaygarasıyla tuhaf bir ruh haline doğru evrildi. “Herkes kendi canını kurtarsın!” dır bu ruh hali. Vali, damat Doktor ve Kolağası şehir insanının yavaş yavaş bu bencil çaresizliğe sürüklendiğini, bir dayanışma ve ortak bir ruh halinin yaratılamadığını görüyorlardı. “Eğer adada Rum Ortodokslarla Müslümanlar, devlet ile vatandaş, okumuş zengin ile fakir fukara göçmenler arasındaki öfke ve haset olmasaydı ve ortak bir milli ruh yaratılsaydı, karantina ta baştan tutardı” yolundaki görüşe katılıyoruz. Adadan hemen kaçan kişilerin hem en “egoist” ruh hali içinde olduklarını hem de mantıklı davrandıklarını hatırlatmak isteriz. Oysa o günlerde karantinacıların ve Vali'nin aradığı şey dayanışma ve fedakârlıktı…….”
Yukarıdaki bölümlerde yazarın kronolojik bir sıranın dışına çıkarak zaman zaman bugünlere ait bazı göndermeler yaptığı da söylenebilir mi ? Bunu akla getiren dikkat çekici hususlardan biri de zamanın Osmanlı yönetiminde olan Ege adalarının nüfus yapısı: Biliyoruz ki bu adalardaki Müslüman Türk kökenli nüfus genelde yüzde on ile yüzde yirmi arasındaydı ve önemli bir bölümü mülki amirler, memurlar ve askerlerden oluşurdu. Oysa Orhan Pamuk’un hayalinde yarattığı Minger Adası’nda Türk Müslüman nüfus ile Hristiyan nüfus yarı yarıya birbirine eşit durumda. Bu noktada yazar Minger Adası üzerinden Türkiye’nin bugünkü siyasi iklimi ve kutuplaşmasını da ele alıyor olabilir mi? Adayı terk eden Hristiyanlar ve eğitimli Müslümanların siyasi, ekonomik vesaire nedenlerden ülkeden kendilerince umudu kalmamış, yurtdışına giden , çoğu genç yaşlarda eğitimli, nitelikli yüz binlerce insanı ve varlıklarının bir kısmını yurtdışına transfer ederek yabancı pasaport edinen ,başka bir ülkeye kapak atan bazı zenginleri çağrıştırdığını söyleyebilir miyiz ? Tabi ki bu konuda bir yargıda bulunmanın şahsen bize değil kitabı daha detaylı okuyup deşifre edebilecek bu işin uzmanı edebiyat eleştirmenlerinin ve kitabı okuyacak olanların takdirinde olması gerektiğini düşünüyoruz.
Atatürk ve Kolağası Kamil
Kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra “Veba Geceleri” en çok Kolağası Kamil’in yüce önderimiz Atatürk’ü çağrıştırdığı ve bunun yer yer alay içeren bir üslupla yapıldığı iddiaları ile gündeme geldi. Bu konuda kitabı oldukça sert eleştiren makaleler de kaleme alındı. Kısa bir giriş olarak Kolağası Kamil , Minger Adası doğumlu bir subay olarak yine Pakize Sultan ve eşi Doktor Nuri Bey’in muhafızı olarak Aziziye gemisinde onlarla beraber seyahat ediyor ve diğer bazı roman kahramanlarımızla beraber adaya çıkıyor. Burada kısa bir ara vererek Kolağası Kamil’in kitapta nasıl ele alındığını kısa alıntı pasajlarla irdeleyelim ;
“………..1870 doğumlu Kolağası’nın rütbesi ne yazık ki yaşına göre düşüktü. Limandan pembemsi kiremitleri görünen şehrin askeri ortaokulunu bitirmişti. Elli dört çocuk içinde sınıf üçüncüsü olduğu için onu İzmir’e Askeri Rüştiye’ye almışlardı.
Bir yaz adaya geldiğinde babasının öldüğünü öğrenmişti. ( Her zamanki gibi adaya geldiği gün ilk iş babasının kabrini ziyaret etmişti.) İki yıl sonra adaya geldiğinde ise annesinin evlendiğini görmüş, şişman ve yüzeysel Hazım Bey’den hoşlanmamış, o ölene kadar iki yazı İstanbul’da geçirmiş , ondan sonraki ilk gelişinde annesi adaya her yaz geleceğine yemin ettirmişti. Dört yıl önce madalya aldığı Yunan Savaşı’na kadar özel bir askeri başarısı olmamıştı……( Syf.85 )
……..Osmanlı bürokrasisi şehir şehir gezen ayrı bir memurlar milletiydi ve evlilik bu yalnızlık alemine bir çözümdü.Kolağası yalnız evlilik konusu açıldığında değil, uçsuz bucaksız Osmanlı ülkesindeki bir bozukluğa,laçkalığa,çirkinliğe şahit olduğu zaman ( çok olurdu bu) kederlenince de derinden hissederdi bu yalnızlık duygusunu…. “ ( Syf. 87 )
Yukarıdaki kısa iki alıntıda Kolağası Kamil’in mütevazi bir aileden geldiğini , okuldaki başarıları sayesinde Rüştiye’ye gönderilerek subay olduğunu ve genç yaşında bir savaşta yararlılık göstererek madalya aldığını öğreniyoruz. Annesinin yapmış olduğu ikinci evlilik ve üvey baba meselesi Atatürk’ün geçmişiyle benzerlik gösteriyor. İkinci alıntıda onun mensubu olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarına duyarlı olduğunu , bunun onu kederlendirdiğini anlıyoruz .Artık Kolağası görevli olarak adaya dönmüş ve karantina tedbirlerinin savsaklanmadan ciddiyetle uygulanabilmesi için Karantina Neferleri Bölüğü’nü kurmakla Vali Sami Paşa tarafından görevlendirilmiştir .Vilayet binasında bir buluşmada Sami Paşa ile Doktor Nuri arasında şu konuşma geçer ;
“……..”Haritadaki vaziyeti nasıl mütalaa ediyorsunuz” diye sordu Vali.
“Karantina yasaklarının sonucunu almak için henüz erken “
“İyi ki erken ! “ dedi Vali. “Yoksa yasakların bir faydası olmadığı hemen çıkacaktı ortaya.”
“Paşam yasakları faydasız kılan onları ciddiye almayanlardır. Sonunda kendileri de ölürler.”
“Doğru söylediniz ! “ dedi Vali Paşa, ani bir ilhamla. “Ama ölmeyeceğiz! Kolağası’nın Karantina Neferleri çok güçlü, kararlı ve becerikliler, sık sık işitiyorum.” ……. “ ( Syf.177 )
Kitabın ilerleyen bölümlerinde Kolağası Kamil askerleriyle beraber adanın Telgrafhane’sini basacak ve kontrolünü eline alacaktır. Esasen Vali Paşa karantina önlemlerinin İstanbul’dan gelen telgraflarla zaman zaman sekteye uğramasından olduğu kadar konsolosların adadaki durumu akıllarına estiği gibi kendi ülkelerine rapor etmelerinden de şikayetçidir. Durumdan görev çıkaran Kolağası Kamil tamamen kendi planladığı ve uyguladığı bu eylemle kişiliğinin kararlı ve atak tarafını herkese göstermiş olur. Ancak Vali Paşa bu oldu – bitti karşısında yine de bir süre için Kolağası’nı tutuklattıracaktır.Ancak karantina önlemlerinin taviz verilmeden uygulanacak olması nedeniyle başta Doktor Nuri olmak üzere salgınla mücadele eden herkes durumdan memnundur.
Adada mevcut tekkelere mensup olan bazı ahalinin karantina önlemlerine inatla karşı çıkmaları, sonunda bunların ileri gelenlerinden Halifiye Tekkesi Şeyhi Hamdullah efendinin gözaltına alınmasıyla sonuçlanır. Gözaltına alınma anında Kolağası ve Şeyh Hamdullah arasında geçen konuşma oldukça anlamlıdır;
“……..”Şeyh Efendi hazretleri bütün ada zatıalinize öyle hürmet ediyor ki , doktorlara,karantina memurlarına baştan tamamıyla destek verseydiniz bu kadar ölüm, bu kadar keder, bu kadar hüzün olmazdı.”
"Bizler Allahımızın, peygamberimizin kullarıyız. Önce Allah’ın dediğini yaparız. Hastalığı yalnız doktorlar bilir” diyerek dinimizden, itikadımızdan, mazimizden vazgeçemeyiz.”
“Hepimiz Allah’ın kuluyuz” dedi Kolağası.”Ama milletin itikadı ve tarihi, milletin hayatı ve istikbalinden daha mı mühimdir ?”
“Dini, itikadı, tarihi olmayan milletin ne hayatı olur ne de istikbali. Zaten bu adada millet dediğimiz kimdir ?”
“Bütün adalılar. Bu vilayetin kendi ahalisi”……..” ( Syf.313)
Orhan Pamuk’un Kaleminden Vali Sami Paşa
Şeyhin gözaltına alınmasından sonraki günlerde İstanbul Vali Sami Paşa’nın yerine yeni bir vali atayacaktır.Adaya gelen yeni vali ve ekibi önce prosedüre uygun olarak karantina altına alınırlar. Şeyh Hamdullah efendinin namlı bir kabadayı olan ve gücünü karantinaya muhalefet eden kesimden alan kardeşi Ramiz yeni vali ve maiyetini karantinadan kaçırarak onu bir an önce makamına oturtmak maksadıyla silahlı adamlarıyla vilayet merkezini basar. Ancak Vali Murakabe Müdürü ve aynı zamanda adanın istihbarat işleriyle de ilgilenen Mazhar Efendisayesinde bu baskını önceden haber aldığı için hazırlıklıdır. Ramiz ve adamları ile Valinin emrindeki kuvvetler arasında silahlı çatışma çıkar. Kolağası Kamil’de bu silahlı çatışmadan galip çıkacak olan Vali güçlerinin yanındadır. Kolağası kolundan yaralandığı bu çatışmanın hemen ardından tamamen kendi düşüncesiyle bir insiyatif alarak ön plana çıkar. Bu bölüm ile ilgili bazı kısa pasajları aşağıda alıntılıyalım ;
“……… Kolağası bitişikteki ceviz dolabın vitrin camının itiş kakış sırasında kırıldığını da gördü. Sami Paşa'nın adamlarının ve inzibatların Salgınhane odasına yaklaştıklarını fark edince, ceviz dolabın en alt gözündeki sandığı biraz dışarı çekti, kilitsiz kapağını açtı ve katlanmış iki kilimin altından üzerine La Rose du Levant’ın amblemi olan Minger Kalesi'nin özel külahlı kulesi, Beyaz Dağ ve Minger gülü işlenmiş koyu kırmızı ve pembe renkli bayrak misali işlemeli kumaşı çekip çıkardı. Kırmızı kumaşlı, pembe güllü bayrak bir an soluk ışıkların altında canlanacak bir yer aradı sanki. Kolağası balkona doğru iki adım atınca, kumaş sanki istediği ışığı buldu ve silah seslerinin korkusuyla sinmiş olan misafirlerin bakışları altında büyük toplantı salonunu bir anda kıpkırmızı yaptı. Tören için gelmiş telaşlı misafirlerin Kolağası'nın elindeki bayraktan yayılan ışıkla büyülendiklerini önce Minger gazetelerinde sonra da tarih kitaplarında belagatle çok yazılmıştır…….. ( Syf.320 )
…….Kolağası balkonun eşiğindeyken Doktor Nuri kalabalık arasından çıkarak durdurdu onu. Elini çok içten gelen bir hareketle bir an Kolağası Kâmil'in omzuna koydu. Saldırganlara ateş ettiğini görmüştü, sarılmak istedi ona. Kolağası'nın bir elinde bayrak bir elinde tabanca olduğu için, bunu yapamadı. Ama okurlarımızın ve Kolağası'nın hâlâ fark edemediği bir şeyi fark etti,
“Yaralanmışsınız ?”
“Hayır!” dedi Kolağası. Sonra bayrağı tutan kolunun bileğe yakın kısmındaki kurşun yarasını ve kanı gördü. Hiç acısı yoktu ama evet vurulmuştu ve çok kan akıyordu.
“Farkında değilim Paşam” dedi o sırada kendisine sokulan Sami Paşa'ya da hitap ederek.
“Ama hiçbir kurşun şimdi bizim millet için yapmamız gereken şeye mani olamaz .”
Kolağası bunu herkesin duyabileceği bir şekilde ve gittikçe yükselen bir sesle söylemişti. Ona dikkatle kulak veren konuklar şimdi Paşa'nın ne diyeceğini merak ediyorlardı. Ama Sami Paşa kararsız ve suskundu.
“Paşam, cami, kilise yasağını hemen şimdi hep birlikte ilan etmezsek karantinanın tutması imkânsızdır. Hele bu baskından sonra sesimizi millete duyurmazsak bundan sonra ne sizi ne de Karantina Neferi'ni dinlerler.”………” ( Syf.321)
“Artık hiç kimse söz dinlemez!” diye içtenlikle ifade etti kendini Sami Paşa,
“Tam tersine Paşa hazretleri” diye o anda aklına gelen ünlü cevabını verdi Kolağası ona:
“Şimdi biz ileri bir adım atar ihtilali ilan edersek, terakkiperver Minger milleti bizimle birlikte bir değil iki adım atacaktır. ”
…...Kolağasının kendi tecrübesi, vicdanı ve ada halkına karşı samimi sevgisinden başka hiçbir gücü yoktu. Onca baskıya, korkuya ve göğsündeki Osmanlı madalyası ve nişanlarına rağmen kendisini harekete geçiren güç bu saflık ve hakikilik duygusuydu. ( Syf.322 )
Orhan Pamuk’un Kaleminden Kolağası Kamil
“Minger milleti” sözü ve Abdülhamit karşıtlığı ada tarihinde ilk defa kalabalık önünde yüksek sesle ifade ediliyordu. Bu kadarı bile herkesi korkutmaya yeterliydi. Şimdi Kolağası balkonun korkuluklarına kadar gelmişti.
“İstanbul'dan telgraf beklemeden kendimizi idare edersek karantina biter, hastalık diner ve hepimiz de selamete çıkarız” dedi hakiki bir siyasetçi gibi. Sonra meydana döndü ve bütün gücüyle bağırdı:
“ Yaşasın Minger! Yaşasın Mingerliler! Yaşasın Minger milleti! ” ( Syf.323 )
Dikkatli okuyucular yukarıdaki alıntılarda vatanına , halkına samimi duygularla bağlı atak , vizyoner bir subayın Minger ihtilaline önderlik etmesi ile Atatürk’ün Osmanlı’nın küllerinden işgal sonrası destansı bir mücadele ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması arasında mutlaka paralellik kuracaklardır.
Kolağası Kamil bu ihtilali karantina önlemlerini tartışmasız olarak uygulamak yoluyla milletini, ait olduğu toprakları kurtarmak için yapar. Daha önceki sayfalarda vurguladığımız gibi salgın aslında devletin içini yıllarca kemirmiş olan hurafe ve gericiliktir. Buna karşılık karantina önlemleri ile muhtemelen bilimin ön planda olduğu çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak için yapılması gerekenler vurgulanmaktadır.
İlerleyen sayfalarda Minger Adası’nda yeni kurulan devletin kendi ideolojisini ete , kemiğe büründürmesini ve karantina önlemlerini uygulamak adına bazen dozu kaçan sert tedbirlere değinilmektedir. Örnek vermek gerekirse ;
“……….Komutan Kamil “Güzel adamızda yüzlerce yıldır hepimiz kardeşiz!” dedi “O halde karantina idaresi ve devlet de adil bir baba gibi kardeşlere eşit mesafede olmalı. Birbirimize kardeş gibi davranmak vebayı yenmek için birinci şarttır.”
Komutan Kâmil bir an sustu. Karşısındakilere unutulmaz sözler işiteceklerini hissettirmek istedi sanki: “Ben bir Mingerliyim!”dedi. “Mingerli olmakla gururlu hatta mağrurum. Kendimi dünya milletleri kardeşliğinin şerefli ve eşit bir üyesi olarak gördüğüm için bahtiyarım. Ama dünya milletleri kardeşliğinin de benim Minger'ime, benim adama, benim Mingerceme hürmet etmesini arzuluyorum. Yarın oğlum doğunca evde, bu adadaki herkes gibi, Mingerce konuşacaktır. Mektep günü gelince çocuklarımızın evde konuştukları sözlerden utanıp bunları unutmasını istemediğimiz için ve bütün dünyanın gözleri önünde Minger milleti vebada kıvrılıp yok olmasın diye bu kararları alıyoruz .” Bugün Minger vatandaşı olan ve adada okula gitmiş herkesin ezbere ve kalben bildiği ve kimi zaman gözyaşlarıyla tekrarladığı sözlerdir bunlar. Ada nüfusunun büyük çoğunluğu, özellikle yurtdışında karşılaştıklarında bu sefer de gülümseyerek “Ben bir Mingerliyim” demekten büyük gurur da duyar…….” ( Syf.341 )
"Cumhurbaşkanı adanın Müslüman aktarları ve başta Nikiforo Hristiyan eczacıları ile şifalı otların ve ilaçların, Rum balıkçılarla bütün deniz ürünlerinin, çeşit çeşit midyenin ve kayıkçılık ve yelkencilik terimlerinin, aşevi ve lokanta sahipleriyle adada pişen yemeklerin Mingercesini kayda geçirmeleri için toplantılar düzenledi.İlki otuz yıl sonra yayınlanacak Mingerce-Türkçe, Mingerce-Rumca ve Mingerce-Mingerce sözlüklerinin ve bir Akdeniz adasının kültürüne dayanan yegane ansiklopedi olan Minger Ansiklopedisi’nin temelleri işte o günlerde atıldı……”. ( Syf.369 )
“…….Kısa sürede Başnazır olmanın gereklerini yerine getiren, kalem dilini de ona göre hızla ayarlayan Sami Paşa o öğleden sonra, yandaki büyük odada anayasa konusunda tartışmalar sürerken icraata başladı……
Dün gece ikinci bir çatışmadan sonra Karantina Neferleri’nin gözaltına aldığı yedi Asırcı’yı tutuklatıp Kale’nin hapishanesine, iki misli bir kalabalığı da aynı kalenin tecridine tıktı. Bir başka küçük tekkenin “ camiye gitmeden Müslüman olunmayacağını, veba bahanesiyle cami kapısını kapamanın İslam’a aykırı bir merhametsizlik olduğunu” söyleyen “ Kıvırcık ” lakaplı şeyhini ( saçları sakalları kıvır kıvırdı ) aklını başına alsın diye gözaltına aldırdı……..” ( Syf.342 )
“…….Dört saat sonra Başnazır Sami Paşa ve Muavin Mazhar’ın katılımıyla Splendid Palas’ın ikinci katında yapılan bir toplantıda “ radikal ” kararlar alındı ve hemen o akşam uygulamaya geçildi. Mütevazi “Minger İhtilali" ni büyük dünya tarihi olaylarına benzetmeyi seven milliyetçi tarihçiler Minger’de ondan sonraki günleri “Fransız İhtilali’nin Jakoben Terörü" dönemine benzetirler. Mahkemeleri ve ölüm cezalarını toplumu hızla sindirmek için kullanma niyeti bakımından doğrudur bu, “ htilalin ideallerinin” ancak ona karşı olanlara şiddet uygulanırsa başarıya ulaşacağına içten bir inancın bir siyasi irade olarak ortaya çıkması bakımından da……..” ( Syf.356 )
“ Sami Paşa’ya, doktorlara ve Karantina Neferleri’ne zorluk çıkartan başta Rıfai ve Zaimler olmak üzere altı tekkenin hastaneye çevrilmesine karar verildi….”( Syf.357 )
Özellikle yukarıdaki son üç alıntının Cumhuriyet’in ilanı sonrası İstiklal Mahkemeleri ve tekke ve zaviyelerle ilgili alınan kararlara benzetebilir miyiz?
Tüm bu alınan karantina kararları ve bazen gerektiğinde bunların zorla uygulanması adadaki yeni idare ile muhafazakarlar arasında gitgide artan bir biçimde gerilimlere neden olmaya başlar; Bu gerilim aşağıdaki alıntıdan anlaşılacağı gibi bazı yönleriyle yakın tarihimize damga vurmuş tırnak içinde cami – kışla mücadelesini andırmaktadır ;
“…….Bazı tarihçiler Komutan Kamil’in vebaya yakalanmasından itibaren Minger karşı-ihtilali’nin yani geri dönüşün başladığını yazarlar…….”
“…….Şeyh Hamdullah’ın tekkedeki odasından kaçırılmasına tepkiler kendiliğinden büyüdü. Başka tekkelerin şeyhleri de bu “tekkeciler isyanı” nı desteklediler. Örgütlü bir merkezi ve önderi olan siyasi bir hareket değildi bu; kendiliğinden oluşan bir şeydi. Komutan karısına sarılıp hüzün ve kedere yenilmemeye çalışırken, milletini iyi tanıyan bir Mingerli olarak işittiği seslerden sokaklarda olup bitenleri doğru tahmin ediyordu. Kendi kurduğu Karantina Neferleri ordusunun kavgacı askerleri ile “ tekkeciler ” karşılaştıkları yerlerde dövüşüyorlardı……..”
"........Öğleden sonra Doktor Nuri ve Doktor Nikos Komutan'ın hıyarcığını yardılar. Ateşini düşürücü iğne yaptılar ve biraz ferahlasın diye vücudunu bir erkek hemşirenin hafifçe silmesine nezaret ettiler. Hasta Komutan'a kendileri de fazla yaklaşmıyorlardı. Doktor Nuri karısına Komutan'ın ilk gün hastalığını herkes gibi sakladığını, ikinci gün ise çocuk gibi davrandığını söylemiştir. Minger ders kitapları “ Komutan'ın hastalığına rağmen modern karantinayı kurmakla hastalıkla mücadeleye devam ettiğini, hiç “korkmadığını" yazarlar…… “ ( Syf.400 )
“………Boynundaki hıyarcık yarıldıktan bir saat sonra Komutan bütün gücünü kullanarak yataktan çıktı ve büyük pencereden şehre ve limana baktı. Körfezin lacivert, pembe, beyaz özel ışığı muhteşemdi. Sanki Mingerliler hakkında aklında bir şey vardı da şehri ve bu ışığı görünce yukarıdan gelen bu bilgiden emin olmuş gibi davrandı ve Minger milletinin dünyanın en asil, en hakiki, en necip milleti olduğunu ve bunun hep böyle olacağını söyledi. Bir mücevherin şimdiye kadar haris, kötü ya da açgözlü parmaklara takılmış olması ya da İtalyan, Rum ya da Türkler tarafından ona yanlış ve kötü davranılmış olması mücevherin değerini asla düşürmezdi. Nitekim Minger'in değeri düşmemişti. Minger'i en iyi Mingerliler anlayacak ve büyütecekti. Bunun için onların Mingerceleri vardı. “Ben Mingerliyim” diyen herkes Mingerliydi. Yüzyıllarca Mingerlilere “ben Mingerliyim” demek yasak olduğu için, bu en güzel söz bir dua gibi kutsal telakki edilmeli, kişiye bundan daha fazlası sorulmamalıydı……….” ( Syf.401 )
Aktardığımız bu bölümden kısa bir süre sonra Komutan da sevgili eşi Zeynep gibi vefat edecek ve bundan sonra Minger Adası’nda işler tersine gitmeye başlayacaktır.
Burada bir parantez açalım ve “Veba Geceleri” romanının tırnak içinde Atatürk’le dalga geçen bir tarafı olup olmadığını irdeleyelim :
Eğer Kolağası Kamil ile ilgili kitaptaki tüm bölümleri dikkatlice okuyup Kolağası Kamil’in kişiliği ve karakteri hakkında somut olarak okuyucuya ne anlatıldığına bakacak olursak son derece olumlu özelliklerinin ön plana çıkarıldığını, hatta olumsuz bir şeye rastlamanın pek mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Kolağası Kamil hakkında kitapta yazılan tüm bölümleri zihnimizde objektif olarak, mütevazi bir aileden gelen , çocuklukta yaşadığı bazı ailevi huzursuzluklara rağmen zekası ve çalışkanlığı ile sivrilmiş bir genç subay olarak tasvir edildiğini görürüz ilk bölümlerde. Onun, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmekte olduğunun farkına varan, vatanı ve milleti için kaygı duyup üzülen idealist bir subay olduğunu söyleyebiliriz. Kolağası aynı zamanda sevgili karısı Zeynep’e tutkuyla bağlı bir eş ve aşıktır. O kadar ki Zeynep’in veba yüzünden can çekiştiği hayattaki son günlerinden birinde, belki veba mikrobunu kendisinin de kapacağını bile bile eşini teselli etmek için ona sarılmaktan çekinmemiştir. Nitekim bu yüzden veba mikrobunu kapacak ve kısa bir süre sonra kendisi de hayata veda edecektir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde salgın bağlamında adada işlerin içinden çıkılmaz bir hale gelmesi, deyim yerindeyse bir anarşi ortamının doğmasıyla Kolağası Kamil karakterinin cesur, atak, çabuk karar verip hemen harekete geçen devrimci özellikleri de ortaya çıkacaktır. Karakterinin bu kararlı ve örgütçü yanını ilk olarak “Telgrafhane Baskını” hadisesinde görürüz. Esasen bu baskını anlatan bölüm ,1908 senesinde başta Enver Paşa, Resneli Niyazi gibi İttihat ve Terakki önderlerinin Makedonya’da önce isyan edip dağlara çıktıktan sonra Payitaht’a çektikleri telgraflarla 2.Abdülhamit Han’a 2.Meşrutiyeti ilan ettirmelerini, Meclisi Mebusan’ı otuz üç seneden sonra tekrar açtırmalarını andırmaktadır.
Sanırım Kolağası Kamil her ne kadar daha çok Atatürk’ü andırıyor olsa da bu roman karakterinin az da olsa Enver Paşa’yı da anımsattığını söyleyebiliriz.
Peki eğer durum buysa kitap Atatürk bağlamında neden bu kadar sert bir biçimde eleştirildi ?
Orhan Pamuk Kolağası Kamil’i neredeyse her yönüyle olumlu bir karakter olarak resmetmiş olduğu halde bu iddiaların dayanağı nedir ? Sanırım buna şu şekilde cevap vermek mümkün; Yazar herkesin minnet duyduğu, sevdiği tarihe adını yazdırmış bir liderle değil, bazı yazarların, ressamların, hatta kimi zaman etrafındakilerin çoğu zaman kendisinin bile haberi olmadan, hatta büyük bölümü ölümünden sonra icat edilen hayal gücünü zaman zaman da zorlayan bazı efsaneler, mitler ve aşırı abartılı söylemler üzerinden oldukça ince, belli belirsiz bir mizahla eleştiri yapıyor diyebiliriz.
Peki eserin bütünlüğü göz önüne alındığında bu bölümler kitaba artı bir değer katmakta mıdır? Bunu da sonuç bölümünde ele alacağız. Yukarıda bahsettiğimiz ince bir mizahın söz konusu olduğu bu bölümlerle ilgili bazı örnekler verelim :
"....... Kolağası Minger'in hürriyet ve istiklalini ilan ettikten sonra kısa bir sessizlik oldu. O sırada Vilayet hademelerinden en ihtiyarı Haşmet, baskın ihtimaline karşı bir silah olarak yanında taşıdığı ağır sopayı Kolağası'nın kanlı elindeki “bayrak”a hünerle ve özenle bağlayıp ona geri verdi. Hayatı boyunca adadan hiç ayrılmamış, okuma yazması bile tam olmayan hademe bir süreliğine tarihe böyle geçti. İleride adanın İtalyan işgalinden kurtulması üzerine iktidara gelen milliyetçi yeni Minger hükümeti Haşmet'in köyünde yapılan okula Sancaktar Haşmet İlkokulu adını vermiştir. Yaşlı hademenin bayrağa sopa taktığı an ilk yıllarda ressamlarca çok resimlenmiştir. Daha sonraki yıllarda kâğıt paraların üzerine konan resimlerde Komutan Kâmil'in eline bayrağı ihtiyar bir hademenin değil, iki genç kızın vermesi eğitim bakanlığı tarafından daha uygun bulunduğu için hademe resimlerden yavaş yavaş çıkmış, 1970'ten sonra tamamen unutulmuştur..” ( Syf.326 )
“……..Otele geri döner dönmez Komutan askeri kıyafetini giydi.Paşa olduğunu gösteren omuz ve yaka takılarını ( iki günde hazırlanmıştı ) taktı ve annesini ziyarete gitti. O gün Komutan’ın başörtülü ve gözü yaşlı annesinin elini öperken çekilmiş fotoğrafı okul kitapları, kağıt paralar, piyango biletleri ve 1950’lerden sonra yaygınlaşan Anneler Günü kutlamaları sayesinde bugün bütün Mingerliler tarafından bilinir…….” ( Syf.346-347 )
”……. Minger Devleti'nin kurucusu Komutan Kâmil Paşa karısından dört gün sonra Splendid Palas'ın en Üst katındaki odasında vebadan öldü. Odada her söylediğini yazan kâtipten başka kimse yoktu. Doktor Nuri ise otelin ikinci katında bekliyordu. Hayatının son iki saatinde Komutan Kâmil, kâtibe göre, Türkçe toplam iki bin kelime, Mingerce toplam yüz yirmi dokuz farklı kelime söylemişti. Bu kelimeler her iki dilde devlet dairelerinin duvarlarında, posterlerde, pullarda, takvimlerde, telgraf ve alfabe eğitiminde, edebiyatta ve başka pek çok yerde Komutan'ın kelimeleri olarak kullanılmıştır. İlk Mingerce sözlükte Komutan'ın ilk yüz yirmi dokuz kelimesi farklı fontla dizilmiştir. Hayatında hiç Mingerce işitmemiş biri bugün başkent Arkaz'a gelip üç gün kalsa, yüz yirmi dokuz kelimeyi her yerde karşılaştığı için kendiliğinden öğrenebilir………” ( Syf.404 )
Kolağası Kamil ‘in Ölümünden Sonrası
Kolağasının ölümünden sonra Minger Adası’nda karantina önlemlerine karşı gelen tekke liderleri ve müritleri fırsat buldukça ayaklanırlar ve anlatıcının da belirttiği gibi bir karşı-ihtilal süreci başlar.Bu süreç Halifiye tekkesi lideri Şeyh Hamdullah ve adamlarının yine bir ihtilal ile yönetime el koymasıyla sonuçlanacaktır.
“……Doktor Nuri, Şeyh Hamdullah’ın kimi tecrit kaçkınlarını, tekkeler, hocalar, karantina karşıtı esnaftan mürekkep bir kalabalığı kullanarak Sami Paşa’ya sadık bir avuç muhafızı kovaladığını ve iktidara yerleştiğini anladı.Sami Paşa müsademeden sonra kaçmıştı ama yakalanması an meselesiydi.Kağıt üzerinde yeni bir hükümet kurulmuştu anlaşılan.Camiler, kiliseler hemen açılacak, ezan ve çan sesleri işitilecek ve ölüleri kireçleme mecburiyeti kalkacaktı. Nimetullah Efendi ölülerin gömülmeden camilerde yıkanmasına yeniden başlanacağını da ekledi. Bunlar belli en acil işlerdi.
“Aman hoca hazretleri, öyle olursa salgın o kadar hızla yayılır ki, ölü yıkayıcı bulmak bile güç olur “ dedi Doktor Nuri.
“ Şimdikinden daha da feci olur her şey”……….” ( Syf.410 )
“……... Keçe külahlı Nimetullah Efendi ölü sayısının akıl almayacak bir hızla arttığını ilk on günde görmüş, Şeyh Hamdullah hazretlerinin emirleri ile gerçekler arasındaki uyuşmazlığın büyüklüğünden korkmuş, adeta felç olmuş gibiydi. Mezarlıklarda cesetlerin kireçlenmesinin yasaklanması, tam tersine cesetlerin cami gasilhanelerinde dini kurallara uygun olarak, dualar okunarak uzun uzun yıkanmasının Şeyh hazretlerinin özel emriyle dayatılması kadar, açık dükkânlara girip çıkanlar, bazı Kur’an okullarının açılması ve tecrittekilerin de şehre, evlerine dönmeleri de salgını hızlandırarak yaydı……” ( Syf.412 )
“…..Şeyh Hamdulllah Dönemi’nin bir diğer belirgin özelliği, mahkemeler, idamlar, zindana tıkmalarla birlikte dört başı mamur bir “ devlet terörü “ dönemi olmasıdır. Bu terör siyasi idi elbette ama kişisel bir yanı da vardı……” ( Syf.413 )
Yukarıdaki alıntılardan anlaşıldığı üzere Şeyh Hamdullah dönemi veba salgınının hepten kontrolden çıkmasına neden olacaktır. Sadece salgın değil yiyecek bulabilmek bile ciddi bir sorun haline gelmiştir.
“……..Bizce bunlardan Arkaz’ın iaşesi-beslenmesi başlığı altında açlık her şeyden acil ve korkutucuydu……….” ( Syf.448 )
Zaman geçtikçe ve salgın hepten kötüye gittikçe Minger Adası’ndaki gelişmeler bu olanlarla sınırlı kalmayacaktır.Ancak hevesli okurların şevkini kırmamak için kitabın bundan sonraki bölümlerinden bahsetmemeyi tercih ediyoruz.
Kitapla İlgili Genel Değerlendirme
Pamuk’un “Veba Geceleri” romanı hayali bir Akdeniz adası üzerinden Osmanlı’nın son dönemlerini ve aynı zamanda o günlerden bugüne kadar olan yakın tarih sürecini son derece yaratıcı metaforlarla , okuyucu sıkmayan sürükleyici ve masalsı bir dille anlatıyor. Meraklı okurların hevesini kırmamak için bu makale içinde yer vermediğimiz , bugüne dair göndermeler olduğu gibi diyebiliriz ki yazarın yakın gelecekle ilgili bazı öngörüleri de yer alıyor bu kitapta.
Dikkatli okuyucular kitabın incelikli şifrelerini çözmekte zorlanmayacaklardır. Kitabı gerektiği gibi anlayabilmek ve tat alabilmek için Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetimizin yakın tarihi hakkında mutlaka bazı temel bilgilere sahip olunması gerektiğini düşünüyorum. Kitabın bu yönüyle bizi bize anlatan bir tarafı da var.
Kolağası Kamil ve Atatürk benzetmesi ile medyada yer alan polemikler konusunda yazarın amacının tarihte yerini almış değerli bir liderle tırnak içinde dalga geçmek değil ama sonrasında belki biraz da resmi tarih anlayışıyla üretilen bazı abartılı efsane ve mitleri inceden eleştirmek olduğu söylenebilir.
Kişisel düşüncem söz konusu bölümlerin belki biraz daha farklı bir üslupla yazılabileceği ve kitabın bütünlüğüne ilave çok fazla bir değer katmadığıdır.
Yayın dünyasında kitabı olumsuz anlamda eleştirenlerin çoğunun kitabı okumadıkları, kimin yazdığını bilmediğim kısa bir makaleye dayanarak bu yorumları yaptıkları görülüyor. Bahsettiğimiz bu makalede birçok eleştiride tekrarlanan ve Atatürk’ün çocukluğunu akla getirdiği iddia edilen bir karga kovalama sahnesi var ki gerçekte kitapta böyle bir bölüm yer almıyor.
Kolağası Mustafa Kemal
Sonuç olarak Orhan Pamuk’un edebiyat dünyamıza, belki yıllar boyunca tartışılacak , çok emek verilmiş, incelikle yazılmış, katmanları olan, masalsı ve son derece değerli bir eser kazandırdığını söylemek abartı olmayacaktır.
Kitabın son sayfalarında yer alan aşağıda alıntılanan bölüm yazarın bence Kolağası Kamil ve onun gibi vatanseverlere gösterdiği saygıyı ve verdiği değeri göstermeye yeterlidir diye düşünüyorum.
“…….Hem Minger’li dostlarıma hem de okurlarıma -konu dışına çıkarak- şunu doğrudan söylemek isterim : 2000’li yıllarda artık eski tarz imparatorluklar ve sömürgeler çok gerilerde kalmışken, “milliyetçi” yalnızca devletin her dediğini onaylayan, iktidardakilere dalkavukluk etmekten başka bir niyet beslemeyen ve hükümeti eleştirecek cesareti olmayanlara itibar kazandırmak için kullanılan bir sıfata dönüşmüştür. Oysa hayranlık duyduğumuz “Kolağası” Komutan Kamil’in zamanında milliyetçilik, sömürgecilere isyan eden ve onların hiç durmayan makineli tüfeklerine karşı elde bayrak cesaretle, kahramanca koşan vatanseverlere verilen bir sıfattı……” ( Syf.525 )
Alpertunga Anıker
atungaaniker@ gmail.com