Nobel ödüllü ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un Mart ayında çıkan son romanı “Veba Geceleri” kitap yayınlanalı henüz bir ay bile olmadan edebi değerinden ziyade daha çok yol açtığı bazı siyasi polemikler üzerinden konuşuldu ve tartışıldı. Kitabın olumsuz anlamda bazı eleştirilerin odağı olması romanda yer alan temel karakterlerden biri olan Kolağası Kamil’in kimilerine göre bazı benzer özellikleriyle kurucu önderimiz Atatürk’e benzetilmesi ve bu karakter üzerinden yazarın Atatürk’le dalga geçtiği iddiasıydı.Ancak oldukça enteresan bir biçimde dikkati çeken bir diğer önemli husus yapılan eleştirilerin benzer bir metin özeti üzerinden muhtemelen kitabı okumadan yapılmış olmalarıydı. Oldukça yüksek perdeden kimi tanınmış köşe yazarları tarafından da yinelenen bu iddialar deyim yerindeyse yazar ve kitabı hakkında adeta bir karalama kampanyasına dönüştü.
Bu makalemizde dönem kitaplarına meraklı hevesli bir okur olarak “Veba Geceleri” romanını ele aldığı konular, anlatmaya çalıştığı şeyler çerçevesinde kendi bakışımızla baştan sona ele alırken zaman zaman bu iddiaların işaret ettiği noktalara da değineceğiz. Ancak okurların bu makalenin bir edebiyat eleştirisi, kritiği olmadığını zira bunun haddimizi çok aşan bir yetkinlik ve çaba olduğunu özellikle belirtmek isterim.
Öncelikle “Veba Geceleri” romanının merkezinde yer alan veba salgınının hangi dönemde ve coğrafyada geçmekte olduğuna baktığımızda, kitapta anlatılan olayların Orhan Pamuk’un hayalinde yaratmış olduğu bir Akdeniz adası olan Minger’de, Sultan 2.Abdülhamit Han’ın tahtta olduğu 1901 senesinde geçtiğini görüyoruz. Minger, Girit adasının Kuzeydoğu ucu ile Rodos adasının güneyi arasının ortasında nüfusunun yarısı Müslüman yarısı da Hristiyan olan ve İstanbul Babıali’den atanmış mülki amir Sami Paşa’nın yönettiği Osmanlı İmparatorluğunun vilayeti statüsünde küçük bir Osmanlı adası. Orhan Pamuk kitabın tanıtımı için çektirmiş olduğu videolarda kitabın arka planını, neleri anlatmaya çalıştığını, bu hayali adayı zihninde canlandırırken hangi kaynaklardan yararlandığını oldukça detaylı olarak ifade ediyor.
Orhan Pamuk ve Son Romanı Veba Geceleri
Yazarın kendi ifadesiyle ;
“...Veba Geceleri bir Osmanlı adasındaki salgını durdurmak isteyen bir takım insanın vebayla ,adadaki gelenekler ve kültürle ve sonunda birbirleriyle savaşlarının ,yaşadıkları aşkların ve korkularının hikayesidir...Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinin genel bir manzarasını veren panoramik bir roman aynı zamanda Veba Geceleri.. Günümüze gönderme yapan ve karantina sorunları,ölüm korkusu,kadercilik ve devlete öfke ile meşgul yerleri de var.
Herkesin bana sorduğu siyasi yönleri de var elbette ama eski hikayeler ve hayal gücüme dayanan bir masalsı yönü de var...”
Her biri yaklaşık birkaç dakika süren bu tanıtım videolarının dört tanesi sosyal medya platformlarında yayınlandı ve sekiz tanesi daha önümüzdeki günlerde yayınlanacak. Orhan Pamuk yine bu tanıtım videolarından birinde bu kitabın kırk yıldır kafasında olduğunu, son beş senedir de yazmakta olduğunu, ancak Covid salgınının ilginç bir tesadüf olarak kitabın yazım süreci devam ederken son bir senede hayatımıza girmesiyle kitapta bir takım değişiklikler ve eklemeler yaptığını belirtiyor.
Hayali Minger Adasının Yerleşim Planı
Minger adasını hayal ederken esin kaynaklarından da bahsederek özellikle 1900’lere ait fotoğrafların adayı sokak sokak , evleri, insanları , camileri, kiliseleri ile kafasında şekillendirmesinde çok faydası olduğunu, 2.Abdülhamit Han’ın fotoğrafa olan merakı sayesinde bilhassa onun zamanında inşa edilen binalar ve imaretlerin arşivlere girmiş detaylı albümlerinden de istifade ettiğini anlatıyor. Kendi sözleriyle bunların da ötesinde “....Kenardaki insanlara, ağaçlara,boş yollara,at arabalarına, evlerine, küçük ayrıntılara,küçük şeylere ,manzara resimlerine bakıp merkezdeki Arkaz şehrini ve limanlarını hayal ederdim ...” diyor. Aynı zamanda resim yapma merakı da bilinen Pamuk bu fotoğraflardan esinlenerek birçok çizimler yapıyor ve Minger Adası’nın taslak planını çizdiği kareli defterindeki sokaklara, meydanlara bu yaptığı resimleri yerleştirerek kafasındaki hayali ete kemiğe büründürüyor.
Kitabın başlangıç bölümünde Osmanlı Sağlık Başmüfettişi ve namlı Kimyager Bonkowski Paşa, yardımcısı Doktor İllias, 5.Murat’ın küçük kızı Pakize Sultan ve eşi karantina uzmanı Doktor Nuri ile çiftin muhafızları Kolağası Kamil İstanbul’dan yola çıkan Aziziye gemisi ile olası bir veba salgınını araştırmak için Minger Adası’na geliyorlar. Padişahın gezi gemisi olanAziziye, Osmanlı donanması için 1860'lı yıllarda Robert Napier and Sons tarafından Birleşik Krallık’ta inşa edilen, Osmaniye sınıfı dört zırhlı firkateynin ikincisi olan zırhlı savaş gemisiydi. İnşasına 1863'te başladı, Ocak 1865'te denize indirildi ve aynı yılın Ağustos ayında hizmete girdi. Adını Padişah Abdülaziz'den alan gemi kariyeri boyunca sınırlı aktif hizmet gördü.
Orhan Pamuk’un Kitapla İlgili Bazı Çizimleri
1877-78'deki 93 Harbi esnasında "riske atmak için çok değerli olması" sebebiyle Donanma Komutanlığı tarafından yedekte tutuldu.1897'de Osmanlı-Yunan Savaşı'nın başında bakımsız durumdaydı ve bu savaşta hiçbir çatışmada yer almadı, savaştan sonra ise silahsızlandırıldı. 1904'ten 1909'a kadar kısa bir süre kışla gemisi olarak kullanılmasından başka aktif hizmet görmedi. 1923 yılında hurda olarak gemi sökücülere satıldı ve parçalandı.Aziziye gemisi ile ilgili bölüm kitabın 22.sayfasında aşağıdaki gibi geçmektedir :
“.....yeğeni Abdülhamit’in aksine iki önceki padişah (ve bindikleri gemiye adi verilen) Abdülaziz, Osmanlı donanmasını güçlendirmek için -otuz yıl önce - çok paralar harcamış ,devleti borca soktuktan sonra bu gösterişli gemiyi yaptırmıştı. Padişah'ın gemideki maun kaplamalı, altın yaldızlı, çerçeveli, aynalı şahane odasının aynısı Mahmudiye zırhlısında da vardı. Rus kaptan geminin üstün vasıflarından söz etti: Aslında 150 kişi alabilecek gemi saatte 14 mile kadar çıkabilirdi, ama ne yazık ki, Zat-ı Şahaneleri vakit bulamadığı için Aziziye ile yıllardır bir Boğaz gezisine bile çıkamamışlardı. Oysa, sofradakiler Padişah Abdülhamit’in suikasttan korktuğu için özellikle gemilerden ve teknelerden uzak durduğunu biliyorlardı : ama ihtiyatla konuyu açmadılar.....”
Aziziye gemisi örneğinde olduğu gibi Minger Adası ve romanda yer alan kahramanlar hayal ürünü olmalarına rağmen kitapta bahsi geçen birçok kişi, yer, gemiler ve anlatılan tarihsel olaylar tamamen gerçeklerle bağdaşıyor.
Osmaniye Sınıfı Aziziye Gemisi
Gerçekten de 1901 senesinde dünyanın en büyük üçüncü veba pandemisi Hindistan ‘da baş göstererek sayısız insanın ölümüne yol açıyor . Buharlı gemilerin gitgide yaygınlaşan kullanımı ve bununla beraber ucuzlayan biletler sayesinde daha uzak yerlerden insanlar akın akın Hac ibadetlerini gerçekleştirmek üzere yollara düşüyorlar. Panislamizm’i dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğunu yeniden toparlama çaresi olarak gören dünyadaki tüm Müslümanların halifesi konumundaki Sultan Abdülhamit için Hicaz eyaletine dünyanın dört bir tarafından gelen hacılar, halkının birliğini kanıtlayan bir güç gösterisi anlamına da geliyordu.Veba mikrobu taşıyan Hindistanlı hacılar Mekke ve Medine’de hastalığı diğer ülkelerden gelen hacılara da bulaştırmaya başlayınca salgın hızla yayılıyor ve nüfusları içinde hatırı sayılır oranda Müslüman olan başta İngiltere olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri de durumdan kaygı duymaya başlıyorlar. Ancak bu salgın kaygısının diğer taraftan artık hasta adam olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğunun içişlerine müdahale etme bahanesi olarak kullanıldığını dile getirenler de vardı. Osmanlı’ya adeta mealen “ eğer siz bizim vatandaşlarımızın sağlık ve emniyetini sağlayamazsanız biz ne yapacağımızı kendimiz biliriz ” mesajı veriliyor.Biraz da bu nedenlerden olsa gerek Sultan Abdülhamit Han dünyanın en büyük karantina merkezini Hicaz eyaletinde kurduracaktı. Romanın ana kahramanlarından biri olan Pakize Sultanın eşi Doktor Nuri de bir karantina uzmanı olarak Hicaz’da verdiği başarılı hizmetlerden ötürü Minger Adası’na gönderiliyor. Ancak romanın sonraki sayfalarında salgının bu kadar çabuk yayılmasının başlıca nedenlerinden biri olarak sahipleri genelde Avrupalılar olan buharlı gemilerin kaptanlarının mümkün olan en fazla sayıda yolcuyu alabilmek amacıyla hacı adaylarını son derece sağlıksız koşullarda adeta balık istifi şeklinde taşımaları gösteriliyor. Bu bölümler kitabın 69-71 sayfaları arasındaki bazı bölümlerde aşağıdaki şekilde anlatılıyor ;
“.....1901 yılında dünyaya askeri,siyasi ve tıbbi olarak hakim olan İngiliz,Fransız,Rus ve Almanlara göre veba ve kolera hastalığı dünyaya Mekke ve Medine’den yayılıyordu. Hastalığı Batı’ya (Batı Asya’ya ,Güney Avrupa’ya ,Kuzey Afrika’ya ) getirenler ise Hicaz’a hacca gelen Müslümanlardı.........
......Osmanlı İmparatorluğunun çeşit çeşit köşesinde doktorluk ve karantina uzmanlığı yapan ister Hristiyan,ister Müslüman, isterse Yahudi bütün doktorlar bu iddianın tıbbi olarak ne yazık ki doğru olduğunu derinden bilirlerdi. Ama bazıları, özellikle genç Müslüman doktorlar, bu iddianın siyasi amaçlarla batılılar tarafından abartıldığını, Avrupa dışı milletleri ve devletleri dinsel, ruhsal ve askeri olarak ezmek için kullanıldığını da düşünürlerdi. Bu yüzden, Abdülhamit (“amcanız!” kelimesini kullanmıştı Doktor Nuri karısının gözlerinin içine bakarak ! ) Hicaz’da karantina teşkilatına çok paralar harcamıştı. ....
......Osmanlı Devleti’nin Yemen vilayetinde, Kızıldeniz’de Kamaran Adası üzerinde kurulu karantina istasyonu o yıllarda hem ağırladığı nüfus hem de tuttuğu yer bakımından dünyanın en büyük karantina tesisiydi. Doktor Nuri ilk defa yedi yıl önce hac mevsiminin tam ortasında patlak veren kolera salgını sırasında oraya gittiğini anlatırken duygularını saklamadı. Yüksek fiyatlara rağmen Bombay-Cidde seferini yapan dört yüz kişilik yolcu gemisine yük ambarlarına kadar bin,bin iki yüz hacı adayının balık istifi doldurulduğunu görmüştü Doktor Nuri. Bazı açgözlü vapur kaptanları gemilerin en dar yerleri olan üst parmaklıklara hatta kaptan köşkünün düz tavanına ve en akıl almaz yerlere hacıları öyle tıkış tıkış yerleştirirlerdi ki, ayakta dikilecek yer bulan kişi kıvrılıp oturacak yer bulamaz, kıvrılıp oturan, hatta yatabilen talihliler de ayağa kalkarlarsa oturdukları yerleri kaybedecekleri için yerlerinden kıpırdayamazlardı. ......
Osmanlı Döneminde 1900’lerde Cidde’de bir Hacı Gemisi
........Doktor Nuri, saraylı karısına Arap Denizi’ndeki gemilerde küpeşteye yaslanarak kurulan derme çatma hacı helalarını orada anlattı. Balık istifi insanla doldurulmuş hac gemilerindeki sınırlı sayıdaki helaların hepsi ya bozuktu ya da zaten ilk günden aşırı talep ve cehalet sonucu tıkanırdı. Becerikli Avrupalı kaptanlar bu eksiği, güvertenin her iki yanından halatlarla bağlayıp denize doğru sarkıtılan derme çatma asma iskelelerdeki keneflerle gidermeye çalışırlardı.. Hindistan’dan Hicaz'a giden her gemide her zaman bu helaların başında uzun kuyruklar oluşur, kavgalar çıkar; bazı hacılar dalgalı gecelerde asma kenefte işlerini görürken Arap Denizi'ne düşüp vahşi köpek-balıklarına yem olurdu.......”
Nihayet Aziziye romanımızın baş kahramanlarını Minger Adası’na getirir.Pakize Sultan ve Doktor Nuri’nin muhafızı Kolağası Kamil adanın yerlisidir. Geminin değerli yolcularından meşhur kimyager Bonkowski Paşa yolculuk esnasında Doktor Nuri’ye çok iyi bildiği şu gerçeği tekrarlayacaktır ;
“…..Karantinayı kabul etmek Garplılaşmayı kabul etmektir ve Doğu’ya gittikçe bu çetrefilleşir….”
Aziziye gemisinin Minger Adası’na varış anı kitabın 74-76 sayfaları arasında aşağıdaki alıntılarda olduğu gibi betimlenmektedir.
“ …....Kaptan geminin düdüğünü iki kere öttürdü. İstanbul'dan haftada bir geminin, İzmir, İskenderiye ve Selanik'ten iki geminin geldiği Minger Adası'nda tarife dışı bir vapurun düdüğünü işitmek bütün kenti meraklandırdı. Her zaman olduğu gibi düdük sesi başşehrin iki tepesi arasında yankılandı. Kolağası çocukluğunu geçirdiği sokaklarda bir hareketlenme hissetti. Otellerin, seyahat acentalarının, lokantaların, gazinoların ve kahvehanelerin sahil boyunca dizildiği Rıhtım Caddesi'nde bir at arabası ilerliyor, daha yukarıdaki postane ve Vali Konağı'nın yer aldığı Hamidiye Caddesi'nde, ağaçların arkasında, bir Osmanlı bayrağı dalgalanıyordu…….”
……..Aziziye Arkaz'a gelen bütün yolcu gemileri gibi liman koyunun dışında gürültüyle demir attı ve beklemeye başladı. Kolağası'nın çocukluğunda en sevdiği an işte buydu. “Vapur” denen buharlı gemiyle birlikte adaya yeni posta, yeni yolcular, yeni hikâyeler, dükkânlara yeni mallar ve bir heyecan gelirdi. Gemi demir attığı anda yolcuları ve yüklerini alıp sahile, rıhtıma indirmek isteyen çeşit çeşit kâhyanın emrindeki sandalcılar ve hamallar harekete geçerlerdi. Her sandalcı kâhyasına bağlı bir hamallar ve kürekçiler takımı vardı ve bu takımlar yolcu gemilerinden sahile daha çok yük ve insan indirmek ve daha çok bahşiş almak için birbirleriyle yarışırlardı……”
Yukarıda metinden de anlaşıldığı gibi Aziziye gemisi Minger Adası limanına gelen tarife dışı bir gemi olduğu için insanların dikkatini çekiyor. Peki adaya gelen tarifeli gemiler hangileridir ve hangi limanlardan gelmektedirler? Aşağıda alıntılayacağımız metinde bazı gemi isimleri ve bunları işleten denizcilik firmalarının isimleri verilmektedir ki bu bilgilerin hayal ürünü değil gerçek olduğunu görüyoruz. Ancak tabi ki romanın kurgusuna uygun olarak gerçekte var olmuş bu gemiler Minger Adasına tarifeli sefer yapan gemiler olarak anlatılmışlardır ;
“…….1901 yılında İstanbul'dan yola çıkan buharlı bir gemi bacasından kara kömür dumanları salarak dört gün güneye gittikten ve Rodos Adası'nı geçtikten sonra güneydeki tehlikeli ve fırtınalı sularda yarım gün daha İskenderiye yönünde ilerlerse yolcuları Minger Adası'ndaki Arkaz Kalesi'nin zarif kulelerini görebilirlerdi. İstanbul-İskenderiye hattı üzerinde olduğu için kalenin esrarengiz gölgesi ve silueti pek çok geminin yolcuları tarafından uzaktan hayranlık ve merakla seyredilirdi. Bazı ince ruhlu kaptanlar, Homeros'un İlyada'da “pembe taştan yeşil elmas” ifadesiyle sözünü ettiği şahane görüntü ufukta belirince yolcuları Minger manzaralarının tadını çıkarsınlar diye güverteye davet ederler ve Doğu'ya giden ressamlar bu romantik manzarayı kara fırtına bulutları ekleyerek coşkuyla resmederlerdi. Bu gemilerin yalnızca bazıları Minger Adası'na uğrardı, çünkü o günlerde adaya haftada bir gelen ve düzenli sefer yapan yalnızca üç gemi vardı :
Bir Kartpostalda SS Equateur Gemisi
Yine O Dönemin Bir Kartpostalında SS Saghalıen Gemisi
Messageries Maritimes şirketinin, düdüğünün tiz sesini Arkaz’da herkesin tanıdığı Saghalien ve daha kalın sesli Equateur ile Giritli Pantaleon şirketinin nadiren ve kısa kısa düdük çalan nazik gemisi Zeus…….”
Kitabın ilerleyen sayfalarında Minger Adası’nda daha önceki yıllarda da bir salgın tehlikesinin baş gösterdiğini anlıyoruz.1890’lı yıllarda Hac ibadetlerini yerine getirip adaya geri dönen hacıların kolera mikrobunu adaya getirmiş olabileceklerinden şüphe duyularak onları getiren geminin içinde oldukça olumsuz koşullar içinde karantina altına alınıyorlar.Ancak karantinanın uzaması sonucu ortaya çıkan bazı sorunlar sonunda hacılar ile devletin kolluk kuvvetleri arasında ciddi bir çatışma çıkıyor. Minger adası tarihinde iz bırakan bu olay “Hacı Gemisi İsyanı ” olarak biliniyor. Kitabın bu hadiseyi sayfa102-106 arasında anlatan bölümünden bazı özet alıntılar aşağıda olduğu gibidir ;
“……..1890'larda Hindistan’dan hacı gemileriyle gelip Mekke ve Medine üzerinden bütün dünyaya dağılan kolera salgınlarını durdurmak için “Büyük Güçler”in başvurduğu önlemlerden biri de, hacı gemilerine döndükleri ülkelerde on günlük bir karantina koymaktı : Özellikle Müslüman ülkelerinde sömürgeleri olan imparatorluklar ısrarlıydı bu ikinci karantinada. Mesela Hicaz'da Osmanlıların uyguladığı karantinaya güvenmeyen Fransızlar,hacdan Cezayir’e dönen Messageries Maritimes şirketinin Persepolis adlı gemisinin yolcularını şehirlerine,köylerine dönmeden önce Fransız toprağı Cezayir’de zorunlu son bir karantinaya daha alıyorlardı.
Messageries Maritimes Şirketine Ait SS Persepolis Hacı Gemisi
Kendi Hicaz Karantina Teşkilatı’na güvensizliğe dayanan bu önlemi Osmanlılar da uyguladılar. Hacıları geri getiren gemide sarı bayrak veya hastalıklı yolcu olsun olmasın, bu “ihtiyat karantinasının” uygulanmasını İstanbul'daki Karantina Heyeti kısa bir sürede, İmparatorluğun her köşesinde zorunlu kıldı.
Gemiden İnen Hacı Adayları
Zaten meşakkatli ve çileli olan ve pek çok kişinin ölümüyle sonuçlanan büyük yolculuktan geri dönerken bir de memleketlerinde on gün karantinada beklemek birçok hacıyı isyan ettiriyordu. (Bombay ve Karaçi'den gelen hacıların beşte birinin bu yolculuk sırasında ölmesi doğal karşılanırdı.) Bu yüzden askerler de göreve çağrılmış, doktorlar pek çok yerde polis ve zabıtadan yardım istemişti……
…… Ama Minger Adası'nda üç yıl önce yaşanan beceriksizlik Osmanlı Devleti'ndeki benzeri olayların en fecisini ve karantinaya karşı en büyük öfkeyi yarattı. Hicaz'dan gelen İngiliz bandıralı Persia adlı gemi İstanbul'un yolladığı telgrafta emredildiği gibi Arkaz limanına sokulmamıştı. Kırk yedi hacı Karantina Müdürü Nikos'un bulduğu köhne bir mavnaya alınmış, mavna da adanın kuzeyindeki küçük koylardan birine çekilip demirlemişti. Aşılmaz kayalık dağlarla ve uçurumlarla çevrili bu kuytu koy hacılara doğal bir hapishane görevi gördüğü için karantinaya uygundu. Ama aynı sarp ve kayalık dağlar ve uçurumlar hacılara yiyecek, temiz su ve ilaç yollanmasını zorlaştırıyordu.
......... Mingerli hacılar, önce yiyeceksiz, içeceksiz, perişan oldular. Arkasından çıkan yakıcı güneşte kavruldular. Çoğu hayatında ilk defa ada dışına yolculuk eden hacılar, zeytinlikleri, küçük çiftlikleri olan, sakallı, orta yaşlı köylüler kalabalığıydı.Aralarında babalarına, dedelerine yardım eden dindar ve sakallı gençler de vardı. Çoğu adanın kuzeyindeki Çifteler ve Nebiler gibi dağ köylerindendiler. Üç gün sonra tıkış tıkış mavnada kolera salgını patlak verdi.Zaten bitkin ve tükenmiş olan hacılardan her gün biri ikisi ölmeye başladı. Yolculukta zayıflamış hacılar hastalığa bir direnç gösteremiyorlardı. Ölü sayısının her gün artmasına rağmen onları zorla buraya getirip bırakan memurların ve doktorların ortalıkta görünmemesi yaşlı hacıların bile sabrını taşırıyordu. Karantina kampına dağları at sırtında aşarak en sonunda üç günde yetişen iki Rum doktor da her yerine mikrop bulaşmış gemiye sandalla çıkıp öfkeli hacıları muayene etmek için acele etmediler. Geminin bir pislik ve hastalık yuvası olduğunu hissediyorlardı. Yaşlı hacılar neden burada tutulduklarını anlayamıyor ama ölmekte olduklarını içten içe seziyorlardı. Yaşlı, yorgun bazı hacılar tam ölmek üzerelerken tuhaf gözlüklü, keçi sakallı Hıristiyan doktorların üzerlerine lizollü, ilaçlı sıvı sıkmasını istemiyorlardı. ….
……Hacılar arasında da yer yer tartışmalar çıkmaya başlamıştı. “Cesetleri mavnadan denize atalım” diyenlerle, “Akrabamızdır, şehittir, gömeceğiz” deyip buna karşı çıkan hacılar birbirleriyle kavga ediyor ve güçlerini tüketiyorlardı….
…….Öfkeli hacılar önce başlarındaki iki askeri bertaraf ettiler ve onları denize attılar.Hacıların hepsi gibi ( aslında imparatorluğun hakim milleti Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu gibi ) yüzme bilmeyen neferlerden biri boğularak ölünce,gelişmeleri her gün Vilayet’de toplanıp takip eden Vali Sami Paşa ve Garnizon Komutanı abartılı bir cezalandırma harekatına giriştiler……
….En sonunda hala bir gücü ve aklı kalmış olan hacıların bazıları teknede kuşatma altında kalırlarsa tek tek öleceklerini anlayıp bir yarma harekatına giriştiler.Hacılar kayalar arasından sekerek kaçmaya,keçi yollarından yukarıya kaçmaya çalışırken telaşlanan askerler onlara ateş etmeye başladılar.Minger Adası’nı işgale gelen düşman ordularını püskürtür gibi heyecanla ateş ediyorlardı. Bazıları denize atılarak ölen arkadaşlarını hatırlamıştı. Askerler sakinleşip silahlarını susturana kadar en azından on dakika geçti. Pek çok hacı vurulup düştü. Bazıları arkadan vurulmuşlardı……
Vali Sami Paşa bu olay konusunda haberlerin yayımlanmasını, hatta herhangi bir imada bulunulmasını yasakladığı için bugün bile kaç hacının vurularak öldürüldüğü, kaçının teslim olup tekrar karantinaya alındığı ( bazıları bu ikinci karantinada koleradan gerçekten ölmüştü ), da sonunda köyüne dönüp hastalığı ve bu korkunç hikâyeyi bütün adaya yaydığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Vali Paşa bu tarihi olaydaki sorumluluğu yüzünden eleştirilmekten,küçümsenmekten ve kötü niyetli sanılmaktan hiç kurtulamadı. Abdülhamit tarafından cezalandırılmayı bekledi ama onun yerine garnizonun yaşlı komutanı ve askerleri cezalandırılıp sürüldüler…..
………..Vali Sami Paşa bu konuda en iyi savunmanın vakanın unutulmasını beklemek olduğuna karar vermişti. Bunun için olayın gazetelere geçmemesine özel dikkat gösterdi ve bir süre bunda başarılı oldu. O ilk dönem Vali, hac yolunda ölenlerin dinimizde buyrulduğu gibi resmen “şehit” olduğu ve bunun en yüksek mertebe olduğunu telkin etmeye çalıştı. Ölen hacıların aileleri tazminat isteklerini ifade etmek için Arkaz'a geldiği zaman onları makamında kabul ediyor, şehadet şerbetini içenlerin cennetteki özel yeri” konusunu açıyor ,tazminat davalarında onların yanında olduğunu, elinden gelen her şeyi yapacağını ama Rum gazetecilerle konuşup olayı büyütmemelerini söylüyordu…….”
Yukarıdaki bölümlerden de anlaşılacağı üzere veba salgınını önlemek adına Minger Adası’na çıkan kahramanlarımızın işleri hiç de kolay değildi.
Zira karantina önlemlerine karşı en büyük karşı koyuş ve direnişi ,Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli dönemlerinde yerli Hristiyan nüfusu dengelemek için adaya yerleşmeleri adeta teşvik edilmiş başta Halifiye Tekkesi olmak üzere Kadiri Tekkesi, Zaimler Tekkesi, Rıfailer Tekkesi gibi kendince kurumsallaşmış,halkın önemli bir bölümünden de saygı gören tarikatlar ve bunların dini liderlerinden göreceklerdi.
Tam bu noktada “Veba Geceleri” nin esasen bize ne anlatmaya çalıştığını sorgulayabiliriz. Bize öyle geliyor ki Orhan Pamuk gerçekten de 20.yüzyıl başında yaşanmış olan dünyanın üçüncü büyük veba salgını üzerinden yakın tarihimizin modernleşme, laikleşme ve tüm bireylerin devlet karşısında eşit olmaları gibi batıdan ilham alınarak hayata geçirilen reformları gerçekleştirenler ve savunucularıyla , dini duyarlılıklar üzerinden bu yeniliklere karşı çıkan kesimlerin tüm yakın tarihimize sirayet etmiş olan çatışmalarını anlatıyor.
Aslında yazar kitabın tanıtım videolarından birinde bunun ipuçlarını da veriyor. Kendi sözleriyle alıntılayacak olursak ;
“…..”Veba Geceleri”ni beş yıl önce yazmaya başladım.O zaman Corona virüs salgını da olmadığı için herkes bana “ Niye veba ve salgın kitabı yazıyorsun ?” diye sorar, bu sözleriyle çoğunluk “Ne alaka bunlar geçmişte kaldı” demek isterlerdi.
Ben de onlara halkı karantina önlemlerine uymaya, itaat etmeye zorlayan paşaların, askerlerin, memurların ve doktorların aslında millete modern hayatı ve laikliği benimsetmek isteyen modernleşme yanlısı siyasetçilere çok benzediğini söylerdim…..”
Orhan Pamuk kullandığı ilginç metaforlar ile yaptığı göndermelerde her zaman kronolojik bir sırayı takip etmiyor. Bunların içinde bugüne hatta yakın gelecekte neler olabileceğine dair dikkatli bir okurun gözünden kaçmayacak imalar da var. Aslında kitap bir kurgu olduğu kadar aynı zamanda Osmanlı’nın son döneminden bugünün Türkiye’sine kadar olan süreci hayali Minger Adası üzerinden anlatan, yorumlayan son derece zekice ve zengin bir hayal gücüyle harmanlanmış bir alegori. Özellikle kitabı okuyacak olan yabancıların Türkiye’nin yakın tarihi hakkında yeterli malumatları yok ise kitabı yeterince çözümleyebilmeleri pek mümkün görünmüyor. Özellikle bu yönüyle “Veba Geceleri” bize dair, bizler için yazılmış bir roman.
Kahramanlarımız Sağlık Başmüfettişi Bonkowski Paşa, yardımcısı Doktor İllias, Doktor Nuri ve eşi Pakize Sultan ile çiftin özel muhafızı Kolağası Kamil, Aziziye gemisinden Minger Adası’na iner inmez Vali Sami Paşa ile bir araya gelir ve alınacak karantina önlemlerini karara bağlarlar. Bunu izleyen günlerde veba salgının adada yayılmasını önlemek için okullar, camiler, kiliseler kapatılır, şüpheli mekanlar dezenfekte edilir ve devlet binaları gibi herkesin sık sık girip çıktığı binalarda kapıdan girecek olanlara lizol gibi ilaçları seyyar pompalarla tatbik eden memurlar görevlendirilir. Ayrıca veba mikrobunu taşıdığından şüphelenilen ölüler dini usulleri bir kenara bırakarak kireçlenmek suretiyle tören düzenlenmeden ada mezarlığına gömülürler.
Ayrıca Bonkowski Paşa hem geçmiş günleri yad etmek hem de adadaki salgın durumu hakkında malumat almak için eski ortağı eczacı Nikiforo ‘yu ziyaret eder. Bu sohbet esnasında Nikiforo’nun Vali Paşa gözünde şüpheli biri olduğunu anlarız. Vali Sami paşa Nikiforo’nun dükkanının tanıtımı için bizzat kendi hazırladığı ve üzerinde adanın simgesi olan Minger gülünün yer aldığı flamaya adadaki Osmanlı idaresinden hoşnut olmayan bazı Rum ayrılıkçıların hayallerindeki bağımsızlık bayrağı olduğundan şüphelenerek el koydurmuş ve vilayet binasında bir çekmeceye koydurtmuştur. Eczacı Nikiforo , Bonkowski Paşa ile olan sohbetinde Osmanlının bu kaygılarını ve bu yolda aldığı bazı caydırıcı önlemlerden bahseder ;
“……Vali tek şey yapar, bu fenalıkları yapan isyancı Rum köylerinin adlarını ve yerlerini belirler ve yazları Osmanlı zırhlıları Mahmudiye ve Orhaniye bu köyleri bombalasınlar diye davet eder. Şükür ki çoğu zaman gelmezler……”( Syf.54 )
Kahramanlarımız ve adamız her ne kadar hayal ürünü olsa da kitaptaki adı geçen bu Osmanlı zırhlıları gerçektir:
Mahmudiye, Osmanlı donanması için 1860'lı yıllarda Birleşik Krallık'ta inşa edilen, Osmaniye sınıfı dört zırhlı firkateynin sonuncusu olan zırhlı savaş gemisiydi. Geminin inşaatı 1863'te başladı, Aralık 1864'te denize indirildi.
Osmaniye Sınıfı Mahmudiye Zırhlısı
Osmaniye sınıfında Thames Ironworks and Shipbuilding Company'de inşa edilen tek gemi olan Mahmudiye, adını Sultan II. Mahmud'tan alıyordu. Gemi bordalara dizili on dört 203 mm ve on 36-libre Armstrong topa ek olarak, burunda bir adet 229 mm Armstrong top taşıyordu. Gemi kariyeri boyunca sınırlı aktif hizmet gördü. 1877-78'deki 93 Harbi esnasında riske atmak için çok değerli olması sebebiyle Donanma Komutanlığı tarafından yedekte tutuldu. Gemi 1880'li yılları hizmet dışında geçirdi. 1890'lı yılların başında yeniden inşa edildi ve daha modern bir gemiye dönüştürüldü; ancak yeniden inşasının hemen ardından başlayan 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nın başında bakımsız durumdaydı. Bu savaşta hiçbir çatışmada yer almadı ve savaştan sonra silahsızlandırıldı. 1909'dan 1913'e kadar kısa bir süre kışla gemisi olarak kullanılmasından başka aktif hizmet görmedi. 1913 yılında hurda olarak gemi sökücülere satıldı ve parçalandı.
Orhaniye , Osmaniye sınıfı zırhlı fırkateyn sınıfının üçüncüsü ,1860'larda Robert Napier and Sons tarafından Osmanlı donanması için Birleşik Krallık'ta inşa edilen bir zırhlı savaş gemisidir. Omurgası 1863 yılında serilen gemi, Haziran 1865'te denize indirildi.
Osmaniye Sınıfı Orhaniye Zırhlısı
Orhaniye tamamen yukarıda özelliklerinden bahsedilen Mahmudiye zırhlısının eşiydi. Osmaniye sınıfı gemiler, 1877-1878 yıllarında gerçekleşen 93 Harbi sırasında Akdeniz'de güvenli bir şekilde tutuldu Gemi, 1880'leri Haliç'te geçirdi. 1890'ların başında kapsamlı şekilde yeniden inşa edilerek daha modern bir gemiye dönüştürüldü. Buna rağmen 1897'de Osmanlı-Yunan Savaşı başladığında bakımsızlık ve mürettebatın eğitim eksikliği nedeniyle Yunan gemileriyle çatışmaya girmeye uygun durumda değildi. Sonuç olarak hiçbir çatışmada yer almadı ve savaştan sonra silahları söküldü. 1909'da aktif hizmetten çıkarıldıktan sonra kışla gemisi olarak kullanıldı. 1913'te hurda olarak satıldı ve parçalandı.
Daha sonraki günlerde alınan karantina önlemlerini tereddütsüz ve eksiksiz uygulayabilmek amacı ile Vali Sami Paşa’nın da onayı ile Kolağası Kamil liderliğinde bir Karantina Neferleri Bölüğü kurulur. Bu askerlerin görevi karantina kararlarına direnenleri gerekirse zorla ve silah gücüyle yola getirmektir. Zira başta Halifiye tekkesi olmak üzere dini liderler ve tekke müritleri camilerin kapatılmasına, vebadan ölenlerin dini usuller uygulanmadan kireçle kaplanarak alelacele gömülmelerine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu konuda başı çekmekte olan Halifiye Tekkesinin liderleri, Şeyh Hamdullah ve onun sağ kolu Nimetullah Efendi’dir.
Yorumlar 2
Kalan Karakter: