Türk Boğazları, dünya deniz ticaretinin ve jeopolitiğinin en kritik noktalarından biri olarak her zaman uluslararası toplumun dikkatini çekmiştir. Özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında Londra merkezli Birleşmiş Milletler Uluslararası Denizcilik Örgütü (International Maritime Organization – IMO) toplantılarında, Türk Boğazları sık sık tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar zaman zaman oldukça sertleşmiş, diplomatik taktikler ve stratejik çıkışlar bir arada gözlemlenmiştir. Bu metinde, hem söz konusu sert tartışmalardan bir anekdota hem de Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin hukuki niteliğine, süresine ve yeni projelerle (özellikle Kanal İstanbul) bağlantılı gündeme yer verilecektir. Amacım, Türk Boğazları ile ilgili akademik çerçevede bilgi sunarken, aynı zamanda deneyimlerden kaynaklanan samimi üslubu da korumaktır.
1. IMO’da Yaşanan Diplomatik Çekişmeler ve “Makedonya” Çıkışı
1990’lı yıllarda IMO bünyesinde oluşturulan çeşitli komite ve çalışma grupları, “Türk Boğazları”na ilişkin pek çok toplantı düzenlemiştir. Bu toplantılardan birinde, Hollandalı Lemeijer’in başkanlık ettiği bir çalışma grubu oturumunda, Türkiye delegasyonu başkanı Mithat Rende ile Yunanistan delegasyonu arasındaki gerilim dikkati çekecek boyuta ulaşmıştır. Yunan heyeti, ısrarla “Türk Boğazları” ifadesini kullanmamak için direnmiş; bunun üzerine Mithat Rende, beklenmedik bir taktik hamle yaparak “Macedonia” konusuna atıfta bulunmuştur. Rende, bu girişimiyle Yunan delegasyonunun hassas noktasına dokunmuş, “Makedonya” lafını duyan Yunan temsilcisi “Point of order, Mr. Chairman! Point of order!” diyerek masaları yumruklamaya bile başlamıştır. Diplomasi açısından bakıldığında, böyle taktiksel çıkışlar zaman zaman dengeleri değiştirebilir; nitekim Rende’nin hamlesi de o günkü tartışmayı Türkiye lehine çevirmekte etkili olmuştur.
Bu gerilimli atmosfer, aynı zamanda Türk Boğazları’nın uluslararası hukuktaki konumunun ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Yunanistan başta olmak üzere, bölge ülkeleri ve büyük petrol şirketleri, boğazlardan geçiş düzenlemelerinin geleceğini yakından izlemekte ve şekillendirmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla IMO’daki tartışmalar, teknik ve hukuki boyutun yanı sıra jeopolitik rekabeti de yansıtıyordu.
2. Trafik Ayırım Şeması (TSS) ve Türkiye’nin Kazandığı Hak
Kavganın özüne bakarsak, 1994 yılında Türkiye tarafından “Türk Boğazları Deniz Trafik Düzeni Tüzüğü” ile eşzamanlı olarak uygulamaya sokulan Trafik Ayırım Şeması (Traffic Separation Scheme – TAS), IMO’da kabul aşamasındaydı. Dönemin Çalışma Grubu Başkanı Lemeijer, İstanbul Boğazı’nın çok dar olduğunu belirterek, gemi trafiğinin her iki yönde sürekli açık tutulmasının riskli olabileceğini dile getirdi. Bu nedenle, TAS’a ek olarak “Kurallar ve Tavsiyeler” başlığı altında yeni düzenlemelerin getirilmesi önerildi.
Bu ek kurallar çerçevesinde, 200 metre ve üzerinde boyuta sahip büyük gemilerin geçişi sırasında, karşı yöndeki trafiğin geçici olarak kapatılması ve ayrıca bu süreçte boğazda COLREG Kural 9 (dar sularda seyir kuralı) hükümlerinin tüm gemilere ilan edilmesi benimsendi. IMO, bu öneriyi kabul ederek önce bir MSC Sirküleri, ardından “A.827(19)” sayılı Genel Kurul Kararı ile hükme bağladı. Böylelikle Türkiye, uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru bir dayanakla, büyük gemilerin geçişi esnasında trafiği tek yönlü olarak düzenleme hakkını elde etti.
Ne var ki, boğazın her iki ucunda gemi birikmesi gibi pratik sorunlar doğunca, özellikle Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Bulgaristan ve Rusya gibi ülkeler, konuyu IMO gündemine yeniden taşıdı. Amaçları, Türkiye’ye tanınan “tek yönlü trafiği düzenleme” hakkını mümkünse geriye çekmek veya iptal ettirmekti. Bu hamle, büyük petrol şirketleri ve onların IMO’daki gözlemci statüsündeki bazı sivil toplum örgütleri (NGO’lar) tarafından da desteklendi. Böylelikle, güvenlik ve emniyet gerekçelerini ikinci plana iten, ticari ve politik çıkarların yön verdiği bir tür koalisyon oluştu.
Sonuç olarak IMO’da “2. Dönem” tartışmalar diye anılan yeni bir süreç başladı. Bu dönemde Türkiye, gerek uluslararası hukuk gerek deniz emniyeti argümanlarını öne sürerek tezlerini savundu. Uzun süren tartışmaların nihai aşaması, Deniz Emniyeti Komitesi (Maritime Safety Committee) toplantısında, ABD heyeti başkanı Joe Angelo’nun yönetiminde yapıldı. Görüşmeler sonunda Türkiye’nin haklılığı teyit edildi ve tek yönlü trafik düzenlemesinin devam etmesine karar verildi. Bu süreçte, Dışişleri Bakanlığı Denizcilik ve Havacılık Genel Müdürü (DHGM) Başkanı Büyükelçi Haydar Berk’in başkanlık ettiği Türk heyeti kritik rol oynadı.
3. Haydar Berk ve Bitmeyen “Türk Boğazları” Tartışması
IMO’da Türk Boğazları lehinde olumlu kararın alındığı o günlerde, Londra’da binanın asma katında, şimdi önünde “Denizci Heykeli” dikili olan yerin yakınında Büyükelçi Haydar Berk ve Dr. Nilüfer Oral ile kahve içiyorduk. Tartışmaların nihayete ermesi nedeniyle “Artık bu konu gündemden kalktı, Londra’ya geleceğimiz kalmadı” diye espri yapınca, Haydar Bey gülümseyerek şu tarihe kazınacak sözleri söyledi:
“Çocuklar, merak etmeyin, Türk Boğazları o kadar önemli bir yerdir ki, tartışması hiç bitmez. Değil siz, torunlarınız bile Londra’ya daha çok gelip gider!”
Bu söz, Türk Boğazları’nın uluslararası siyasetteki ve hukuktaki öneminin hiç azalmayacağını net biçimde vurguluyordu. Günümüzde Kanal İstanbul tartışmalarıyla yeniden alevlenen Montrö Boğazlar Sözleşmesi konuları, aslında Büyükelçi Berk’in ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Boğazların stratejik konumu, tarihin hiçbir döneminde önemini yitirmemiştir ve muhtemelen gelecekte de yitirmeyecektir.
4. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Uzmanların Sessizliği
Kanal İstanbul’la birlikte Montrö Boğazlar Sözleşmesi tekrar gündeme gelirken, Türkiye’de uluslararası hukuk alanında ve Boğazlar konusunda uzman çok değerli akademisyenler ve uygulamacılar bulunuyor. Örneğin Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi ve BM Uluslararası Hukuk Komisyonu üyesi Dr. Nilüfer Oral; merhum hocalarımızdan Gündüz Aybay’ın anısına düzenlenen film gösterimine de katkıları olan Prof. Dr. Rona Aybay; Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yusuf Aksar; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Prof. Dr. Ayşe Nur Tütüncü gibi isimler konunun önde gelen uzmanlarıdır.
Buna karşın, televizyon ekranlarında veya popüler tartışma platformlarında, bu nitelikli uzmanların görüşlerini çoğu zaman duyamıyoruz. Özellikle bazı kanallarda gazetecilerin, uluslararası hukuk ve Montrö gibi son derece teknik konuları, derinlikli bir arka plan olmaksızın ele almaya çalışması bilgi kirliliğine yol açabiliyor. Bu da kamuoyunda yanlış algıların ve eksik bilgilerin yerleşmesine sebep oluyor.
5. Starfish Hikâyesi ve Bilgi Kirliliğini Önlemenin Önemi
Burada, neden bu yazıyı kaleme aldığımı anlatan ufak bir hikâyeye değinmek istiyorum: Sahilde yürüyen bir adam, kıyıya vurmuş denizyıldızlarını tek tek denize atıyormuş. Yanına gelen bir çocuk, “Ne yapıyorsun, bu kadar denizyıldızını kurtarmanın hiçbir önemi yok, sahil kilometrelerce uzunlukta ve hepsi geri gelecek” deyince adam, bir denizyıldızını daha suya fırlatmış ve “Onun için fark etti” demiş.
Montrö’ye dair kamuoyunda dolaşan, “Bitmiştir”, “20 senede bir yenilenir”, “Kanal İstanbul Montrö’yü ortadan kaldırır” gibi söylemlerin bazıları tamamen yanlıştır, bazıları ise eksik bakış açısıyla ifade edildikleri için yanıltıcıdır. Bu yanlış bilgileri az da olsa düzeltmek, bir denizyıldızını kurtarmak gibidir; belki devasa bir bilgi kirliliği okyanusunda küçük bir çabadır ama yine de önemli bir çabadır.
6. Montrö’ye Dair Yaygın Yanlış Bilgiler
Basında veya çeşitli platformlarda sıkça rastlanan bazı iddiaları sıralayabiliriz:
- “Montrö Sözleşmesi 20 yıllık bir sözleşmeydi ve sona erdi.”
- “Montrö Sözleşmesi her 20 yılda bir yenileniyor. Son yenileme 2036’da bitecek.”
- “Kanal İstanbul, Montrö rejiminin sonunu getirir.”
- “Kanal İstanbul’dan geçen gemi, Boğazlardan geçerken Montrö hükümlerine tabi olmaz.”
- “Montrö feshedilirse Lozan’a dönülür.”
- “Montrö feshedilirse yeni bir konferans toplanana kadar Montrö yürürlükte kalır.”
Bu görüşlerin çoğu gerçeklikle örtüşmemektedir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerine detaylı değerlendirme yapmak ve konunun hukuki çerçevesini doğru çizmek için, 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi (VCLT) ile Montrö metninin kendi maddelerine bakmak gerekir.
7. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Fesih ve Süre Meselesi
Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936), başlangıçta Türkiye dâhil dokuz devlet (Birleşik Krallık, Fransa, Sovyetler Birliği, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Japonya ile Türkiye) tarafından imzalanmıştır. Daha sonra İtalya’nın katılmasıyla sayı 10’a çıkmış, Japonya’nın çekilmesiyle tekrar 9’a inmiştir. Sözleşmenin, sadece imzacı devletler için değil, genel olarak Boğazlardan geçecek tüm devletlerin gemileri bakımından etkiler doğurabilmesi, uluslararası boğazstatüsü ve geçmiş antlaşmaların (özellikle Lozan) devamı niteliğindeki özel konumundan kaynaklanır. Bu durumun hukuki açıklaması, “pacta tertiis nec nocent nec prosunt” (Üçüncü devletlere ne hak ne borç doğar) ilkesiyle her zaman çatışma gibi görünse de, Montrö’deki rejim özünde bölgesel ve tarihsel koşulların ürünü olan bir denge metnidir.
Montrö’nün 28. maddesi, sözleşmenin geçerlilik süresi ve fesih yöntemini düzenlemektedir. Bu madde ilk bakışta karmaşık ifadeler içerir. Ancak özetle şöyle der:
- Montrö, ilk 20 yıl boyunca “feshe karşı bağışık” bir statüye sahiptir; yani taraf devletler, 20 yıl dolana kadar fesih talebinde bulunamaz.
- 20 yıllık sürenin bitimine 2 yıl kala, eğer taraflardan hiçbiri fesih bildiriminde bulunmazsa, Montrö otomatik olarak süresiz (belirsiz süreli) bir nitelik kazanır.
- 20 yılın bitimine 2 yıl kaldığında, herhangi bir devlet fesih talebi sunsaydı, sözleşme 20 yılın tamamlanmasıyla (yani 1956’da) yürürlükten kalkacaktı. Ancak bu olmadı ve böylece Montrö, süresiz hale geldi.
Dolayısıyla “Montrö 20 senede bir yenileniyor” veya “Süre bitti, artık geçersiz” gibi söylemler gerçeği yansıtmamaktadır. Bunun yanı sıra, sözleşmenin feshi hâlâ mümkündür, fakat bunun için herhangi bir taraf devletin, fesih talebini en az 2 yıl önceden Fransa’ya (depoziter devlet) bildirmesi gerekir. Bildirim sonrası 2 yıl dolduğunda, yeni bir konferans sonucu beklenmeksizin sözleşme sona erer. Yani “Yeni konferans toplanana kadar Montrö yürürlükte kalır” şeklindeki iddia da hukuken doğru değildir; 28. maddenin açık hükmü gereği, 2 yıl sonunda sözleşme kendiliğinden ortadan kalkar.
8. Kanal İstanbul ve “Esaslı Değişiklik” Tartışması
Kanal İstanbul projesi, Montrö Sözleşmesi’ndeki hükümlerin otomatik olarak değişip değişmeyeceği konusunda tartışmalar doğurmuştur. Uluslararası hukuktaki “Clausula rebus sic stantibus” (koşulların esaslı değişikliği) ilkesi, 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nde düzenlenmiştir. Buna göre, antlaşmanın yapıldığı dönemdeki koşullarda sonradan ortaya çıkan ve tarafların temel iradesini sarsacak bir değişiklik, fesih veya geri çekilme hakkını gündeme getirebilir. Fakat bu ilkenin uygulanması oldukça katıdır ve genelde dar yorumlanır; ayrıca projenin gerçekten “esaslı bir değişiklik” teşkil edip etmeyeceği, uluslararası hukukçular arasında görüş ayrılıklarına yol açabilecek karmaşık bir konudur. Bu nedenle, Kanal İstanbul’dan dolayı diğer devletlerin “Montrö’yü feshetmek istiyoruz” şeklinde harekete geçeceğini kesin varsaymak, hukuki dayanağı zayıf bir iddia gibi görünmektedir.
Kaldı ki, Türkiye’nin Kanal İstanbul güzergâhı üzerinden geçiş yapan gemilere Montrö’deki hak ve yükümlülüklerin ötesinde bir statü vermesi, deniz emniyeti ve uluslararası deniz trafiği açısından da sorgulanabilir. Hâlihazırda Boğazlar’dan geçişte devletlerin uyması gereken kurallar ve Türkiye’nin hakları, 1936’dan bu yana oluşan yerleşik teamüllerle birlikte, Montrö ile belirlenmiştir. Kanal İstanbul’un bu rejimi toptan değiştirmesi, tek taraflı bir tasarruf olarak kabul görmeyebilir ve yeni uyuşmazlıkları tetikleyebilir.
9. Sonuç: Bitmeyen Bir Tartışma ve Doğru Bilgilendirme İhtiyacı
Büyükelçi Haydar Berk’in ifade ettiği gibi, Türk Boğazları ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi, uluslararası konjonktürde tartışmaların hiçbir zaman sona ermeyeceği bir konu olarak karşımızda duruyor. Özellikle Kanal İstanbul projesi ile birlikte, Montrö’nün hükümleri, süresi, geçerliliği ve stratejik önemi yeniden Türkiye’nin gündemine oturmuştur. Bu denli önemli bir konuda, gerçek uzmanların görüşlerinden yararlanmak, hukuki kaynakları doğru yorumlamak ve kamuoyunu sağlıklı bilgilendirmek elzemdir.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’nin egemenlik haklarını uluslararası hukuka uygun bir çerçevede tanımlayan kritik bir metindir. Boğazlardan geçiş rejimini düzenleyen hükümler, Türkiye’ye pek çok avantaj sağladığı gibi, uluslararası ticaretin ve deniz emniyetinin de çerçevesini çizer. Öte yandan, Kanal İstanbul gibi projelerle ortaya atılan “yeni durum” tartışmaları, sözleşmenin bağlayıcılığını otomatik olarak ortadan kaldırmayacak kadar karmaşık hukuki süreçlere bağlıdır.
Güncel tartışmalarda dikkat çeken nokta, televizyon ekranlarında veya sosyal medyada, Montrö ile ilgili yanlış veya eksik bilgiler dolaşmasıdır. Bu nedenle, 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası hukuk metinlerini ve Montrö’nün kendi maddelerini incelemek; konunun uzmanı akademisyenler, deniz hukukçuları ve diplomatlarla istişare etmek gereklidir. Aksi takdirde, kamuoyunda yanıltıcı yargılar oluşmakta, Türkiye’nin uluslararası kazanımları ve egemenlik haklarıyla ilgili önemli yanlış anlaşılmalar vücut bulabilmektedir.
Son tahlilde, “Montrö bitti, Montrö kaldı” gibi keskin söylemlerden kaçınmak ve konuyu daha sükûnetle ama derinlikle ele almak gerekiyor. Türk Boğazları, tarih boyunca stratejik önemini korumuştur; gelecekte de korumaya devam edecektir. IMO’da yaşanan heyecanlı tartışmalar, diplomatik hamleler ve anekdotlar, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını ve güvenlik kaygılarını uluslararası düzlemde nasıl savunduğuna dair önemli ipuçları sunar. Bu köklü deneyimler ve yasal çerçeve, bugün de bize rehberlik etmelidir. Çünkü, Boğazlardan geçen gemilerin güvenliğinden Türkiye’nin egemenliğine kadar pek çok mesele, sağlam bir hukuki temele dayanmak zorundadır.
Yarınların ne getireceğini kesin olarak bilemesek de, Türk Boğazları hakkındaki tartışmaların bitmeyeceğini öngörmek mümkündür. Ülkemizin çıkarlarını korumak ve uluslararası hukuk kurallarına uygun çözümler üretmek için, doğru bilgi ve bilinçli kamuoyu desteği hayati önem taşımaktadır. Bu doğrultuda, deniz hukukunun temel ilkelerini ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tarihsel bağlamını göz önünde bulundurarak hareket etmek, hem Türkiye’nin hem de bölge ülkelerinin çıkarına olacaktır. Unutmayalım ki, Boğazlar’ın güvenliği ve emniyeti yalnızca Türkiye’nin değil, Karadeniz’e kıyısı olan tüm devletlerin ve uluslararası deniz taşımacılığına katılan dünyanın her köşesindeki aktörlerin sorumluluğu altındadır.
Dolayısıyla, Montrö Lobisi var mıdır yok mudur bilemem, ancak bir takım geçici kaygı ya da ideolojik tutumlarla ortaya çıkan “yapay öcüler” veya “yanlış söylemler” yerine, bilimsel verilerle ve hukuki argümanlarla ilerlemek, Boğazlar’ın uluslararası statüsünü ve Türkiye’nin egemenlik haklarını korumanın en doğru yoludur. Samimi yaklaşımımızı sürdürerek ama akademik çerçevenin de dışına çıkmadan, konuyu etraflıca tartışmak ve doğru bilgilerle kamuoyunu aydınlatmak, her birimiz için belki bir “denizyıldızı” misali küçük ama önemli bir adım olacaktır.
Yorumlar
Kalan Karakter: