"Çocuktum Ben"
Fırtına koptu bir gece vakti
Değişti gökyüzünün rengi
Dünya durdu, söndü bir anda
Yok oldu çocukluğum gözler önünde
Bir yağmur damlası düştü alnıma
Sen hiç yalnız kaldın mı tek başına?
Sığınırsın bir boşluğa
Kopartma ne olur salıncağımın iplerini
O zaman çocuktum ben
O zaman çocuktum ben
O zaman, o zaman çocuk
Duyguları susmuş bir çocuktum ben
Sevinci yok, hüznü yok, terk edilmiş
Bir yaşam var bu filimde
Duygular bir çalar saatin içinde
Yok oldu çocukluğum dut ağacıyla birlikte
Kopartma ne olur salıncağımın iplerini
O zaman çocuktum ben
O zaman çocuktum ben
O zaman, o zaman çocuk
Ahmet Kaya’nın “Çocuktum Ben” şarkısı, bir fırtınanın kalbinde açılır. Karanlık gece, gökyüzünü siler, yerine yaralı bir sonsuzluk bırakır. Rüzgâr sadece dışarıda esmez; içimizde, geçmişin tozlu raflarında, unutulmuş bir oyuncağın düştüğü gibi, sessiz bir çınlamayla savrulur. Gözlerimize çöken gri, sadece havanın değil, çocukluğun kaybolan rengidir. Zaman, bir duvar saati gibi tık tık ilerlemez artık; birden durur. Sanki evren, çocuksu bir neşenin gözler önünde yitip gidişine hürmeten eğilir.
Bu şiir bir anı değil, bir hafıza kırılmasıdır. Sözler yalnız bir çocuğun değil, insanın en savunmasız halinde bıraktığı yankının sesidir. Her dizesi, bir salıncağın çözülmeye başlayan ipi gibi; her kıvrımı, bir çocuğun iç sesini dış dünyaya taşıyan ince bir çatlak.
Salıncak...
İki ucundan tutunduğumuz geçmiş ve gelecek arasında kurulu bir denge tahtası.
Bir yanı hayal, diğer yanı gerçek.
Oturduğumuzda değil, düştüğümüzde fark ederiz altımızdaki boşluğu.
Ve şiirin yüreğinde yankılanan soru:
“Sen hiç yalnız kaldın mı tek başına?”
Bu yalnızlık, boş bir odada değil, dolu bir kalpte yaşanır.
Bir çocuğun gözünden bakanlar bilir; yalnızlık, birinin olmaması değil,
olsa bile sarılmaması, duymaması, görmemesidir.
Yağmurun alnımıza değdiği an, sadece bir ıslaklık değil;
gökyüzünün bize dokunmak istediği, bir nevi vaftizidir suskunluğun.
Şiirdeki fırtına sadece atmosferik değil, ruhsaldır.
Bir çocuğun iç evreninde kopan fırtına, yetişkinin bile baş edemediği
şeylerle baş etmeye zorlandığı bir gecedir.
Dünya durmaz o an;
çocuk büyür.
O gece, o anda, çocukluğun sesi uğuldar.
Ahmet Kaya bu sözleri söylerken yalnız şarkı söylemiyordu.
Sanki kendi içindeki salıncağın ipleriyle konuşuyordu.
Belki o ipleri gerçekten koparttılar.
Magazin Gazetecileri Derneği gecesinde fırlatılan çatal, bir sanatçının kalbine değil, bir çocuğun düşlerine saplandı.
O günden sonra hiçbir salıncak eskisi gibi sallanmadı.
Çünkü Ahmet Kaya'nın sesi susturulmak istenince, içindeki çocuğun sesi de susturuldu.
Ve ipler, gözümüzün önünde, sessizce, tek tek koptu.
Belki de hala benzer sessizlik hüküm sürmekte. Bir genç, bir meydanda, bir üniversite bahçesinde, bir fikir, bir umut dile getirdiğinde... İpler yeniden çekiliyor.
Bir çocuğun değil belki, ama bir gencin hayali havada asılı kalıyor.
Ve biz, aynı cümleyle karşılaşıyoruz:
“Kopartma ne olur salıncağımın iplerini.”
Bu çağrı bir yalvarış değil,
bir direniştir aslında.
Çünkü salıncağın ipleri sadece geçmişi değil,
geleceği de taşır.
Şiirde geçen dut ağacı, bu geçmişin gövdesidir.
Çocukluk, o gölgede saklanır.
Meyveleriyle yüzümüzü mora boyayan anılar,
ağacın yok oluşuyla solar.
Ama yok olan sadece ağaç değildir.
O ağacın altında söylenen türkü, edilen dua,
oynanan saklambaç da gider onunla.
Ve çocukluk, köksüz bir anıya dönüşür.
“Duyguları susmuş bir çocuktum ben,” derken,
şair yalnızlığın şekil değiştirdiğini anlatır.
Bazen konuşamazsın çünkü kelimeler kırılmıştır.
Bazen gülmezsin çünkü gülümsemek tehlikelidir.
Çocuk susar, içinden bağırır.
Ve biz, o çığlığı yetişkinliğimizin kalın duvarları ardında
duymamayı tercih ederiz.
Felsefe burada devreye girer.
Unutmak bir savunma mekanizmasıdır belki,
ama aynı zamanda bir kayıptır.
Çünkü unuttuğumuz her şey, bir gün başka bir biçimde
bizi hatırlatır kendine.
Salıncağının iplerini kopardığımız çocuk,
bir sabah uyanır içimizde.
Gözümüzü kamaştıran bir ışıkla bakar.
Ve sorar:
“Ben hâlâ buradayım, sen neredesin?”
Heidegger’in varoluşsal kaygı dediği şey, belki de ilk kez bir çocuğun elinden salıncağı alındığında başlar.
Düşerken değil, düşebileceğini fark ettiğinde başlar insanın içsel çalkantısı.
Ve şiir, bu çalkantının pusulasıdır.
Yön vermez ama yolun varlığını hatırlatır.
Şiirin en yürek burkan metaforu ise “bir çalar saatin içinde” hapsolmuş duygulardır.
Sabahları çalan saat, bir hayatı yeniden başlatmak için değil, duyguları tekrar susturmak içindir belki de.
Her sabah, çocukluğumuzu bastırmak için mekanik bir zilin önünde diz çökeriz.
O yüzden, o zil çalınca sadece uyanmayız…
Bir parçamızı daha geride bırakırız.
Şiirin bu noktasında bir başka ip kopar:
Bugün hâlâ çocuklar büyümeden büyütülüyor, düşmeden suçlanıyor, konuşmadan yargılanıyor.
Bir fikri dile getiren bir genç, bir salıncaktan atlar gibi yalnızlığa düşüyor.
Ve toplumun vicdanı oluyor.
Ahmet Kaya'nın sesi hâlâ kulağımızda:
Titreyerek, kırılarak, haykırarak…
Belki de bu yüzden hâlâ içimizde bir şeyler sızlıyor.
Çünkü o şarkı, sadece bir geçmişin değil, geleceğin de ağıdıydı.
Sonuçta, “Çocuktum Ben” bize ne anlatır?
Kaybolan masumiyeti mi?
Kopartılan ipleri mi?
Yok edilen dut ağaçlarını mı?
Evet…
Ama aynı zamanda hatırlamamızı ister.
İçimizdeki çocuğu,
ilk kez yalnız kaldığımız anı,
ve belki de ilk kez konuşamadığımız duyguyu.
Bu şiir, bir hatırlama ayinidir.
Rüzgâra rağmen salıncakta kalmayı seçmektir.
Ve sonunda der ki:
“Gökyüzü hâlâ orada.
İpler incelmiş olsa da,
tutunduğun sürece düşmezsin.”
O yüzden…
Kopartma ne olur salıncağımın iplerini.
Yorumlar
Kalan Karakter: