Attila İlhan’ın 1953 yılında yayımlanan ilk romanı Sokaktaki Adam, yazarın şiirlerindeki o derin duygu karmaşasının roman formuna bürünmüş hâli gibidir. Zenciler Birbirine Benzemez ve Kurtlar Sofrası’yla birlikte bir üçleme oluşturan bu eser, Attila İlhan’ın 18 ya da 23 yaş gibi erken bir dönemde kaleme aldığına dair rivayetlerle daha da gizemli bir boyut kazanır. Henüz gençliğinin deli rüzgârlarını hisseden İlhan, satırlarında hayatın ıssız ve karanlık kıyılarına çapa atar, karakterlerinin zihnine sanki bir sis tabakası serper. 1995’te, yazarın eski eşi Biket İlhan tarafından filme de çekilen bu roman, pek çok açıdan hem döneminin hem de yazarının ruh iklimine ışık tutar.
Bu eser, denizin tuzu ve rüzgârıyla harmanlanmış, karanlık sokaklarda ve arka mahallelerin kaygan kaldırımlarında devam eden bir hikâyenin içine sürükler bizi. Romanın merkezinde, “ne istemediğini çok iyi bilen ama ne istediğini asla kestiremeyen” Kamarot Hasan vardır. Onun en yakın dostu, en az onun kadar maceracı ve belki de biraz daha saf diyebileceğimiz Kamarot Yakub, kısa yoldan para kazanmanın, sıkıntıya katlanmaktan kolay olduğunu düşünerek kendini bir kürk kaçakçılığının ortasında bulur. İşte bütün mesele de burada, bu kaçakçılıkta fitili ateşlenir: Gemide, Karadeniz’den Ege’ye, Doğu’dan Batı’ya uzanan umutlar, buz gibi gerçeklerle çarpışarak erirken; yolcuların, mürettebatın ve karanlık sokaklardaki insan kalabalıklarının hikâyesi iç içe geçer.
Romanın başlıca mekânı olan gemi, 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında sefer yapan, hem yük hem yolcu taşıyan tipik bir yolcu vapurudur. Dönemin Denizyolları İşletmesi, Akdeniz’in yıkık dökük limanlarına seferler düzenlediği günlerde, S/S Adana ve S/S Ankara gibi gemiler Napoli’den Marsilya’ya, Kıbrıs’tan Cenova’ya doğru gidip gelirken, herkes kendince bir geçim yolu aramaktadır. Kaçak mal götürmek, bavullara saklanan ıvır zıvırları karaya çıkarmak, o günlerin gemicisi için adeta ikinci bir iş gibi görülür.
Attila İlhan, bu karmaşa içinde karakterlerini tek tek yakamıza yapıştırır ve her birine bir parça ruhunu üfler. Romanın girişinde, anlatıcı önce Yakub olur. Onun canlı, sokağın tozu ve teriyle yoğrulmuş dilinden, gemiye gizlice sokulan ipekli şarplardan, karton karton Amerikan sigarasına kadar çeşit çeşit kaçak eşyayı öğreniriz. Bu satırlar, İstanbul’a yaklaşırken insanın kalbini sıkıştıran bir endişe ve heyecanın, sanki bir cerrah hassasiyetiyle, satır aralarına işlenmiş hâlidir:
“İstanbul’a sokuldukça sancısı tutan yalnız ben değilim yâni. Çarkçısı tayfası lostromosu, ufak üzüm tüccarı gibi, bir o yana bir bu yana, volta vurup duruyor. Hele Adil yok mu, Yağcı Adil hergelesi? Napoli’de dedim kerataya: — Ulan nene gerek senin ipekli şarpa, dedim, baban da mı karısının boynuna ipekli şarpa sarardı? Kızmıştı bana. Hem üç beş tane de almamış: Yüz tane birden... Gelgeldim, İstanbul’un kokusu yaklaştıkça, millette bet beniz kalmıyor.”
Geminin güvertesinde adeta hayal gibi dolaşan, sarışın ve göz kamaştırıcı yolcular da vardır. Rose-Marie bu yolculuğun en esrarengiz simalarından biri. Hasan’ın zaman zaman yakınlaştığı, ama tüm gizemini koruyan bu kadının ağzından, hayatın aslında ne kadar bunaltıcı ve köşeye sıkıştıran bir döngü olduğu işitilir. Hasan’ın anlattıkları hep aynı sisli duygularla yüklüdür. Rose-Marie’ye göre, onun deli olması muhtemeldir, çünkü:
“...Kendini düşünen insanlar, bir şilepte kamarotluk etmezler. Ellerinde olan ve olmayan her şeylerini başkalarına terkedip, parasız pulsuz kamarotluk etmezler... İnsanları seviyorum yalanını terkedeli hayli oldu. İnsanlar sadece canımı sıkıyor…”
Bu sözlerin ardında, sadece Rose-Marie’nin değil, Hasan’ın da yüreğinde dinmeyen bir fırtına sezeriz. O, bir türlü sakinleşmeyen, durulmayı bilmeyen, kendi içindeki uçurumlarla boğuşan bir adamdır. Ayhan’a, Meryem’e, Rose-Marie’ye ve tüm insanlara yaklaşır, onlardan kaçar, sonra yeniden döner. Kendisine bile yabancı olmayı seçen bu “kamarot”, çıkmaz sokakların ve bitmeyen yolculukların adamıdır. Yıllar önce Güzel Sanatlar’da eğitim görecek kadar sanata yakınlaşmış, ama orada da aidiyet bulamayıp yarım yamalak ayrılmıştır. Belki de bu nedenle, yeniden yola çıkma isteği içinden hiç eksilmez.
Hasan, bu belirsiz ruh hâline rağmen, Yakub’un kürk kaçakçılığı planına destek olmak zorunda kalır. Yakub bir yandan parayı özler, diğer yandan da “fazla ciddiye almadan” yaşayan, sokak kurnazlığıyla geçinen bir tiptir. Aralarında epey farklı olsalar da birbirlerinin eksik parçalarını tamamlıyor gibidirler. Onları İstanbul’da, Kapalıçarşı’nın o mistik ve karanlık sokaklarında, köhne bir kürkçünün peşinden sürüklenirken görürüz. Ama adına Nubar denilen o kürk tamircisi ortadan kaybolmuştur, tutuklandığı dedikoduları etrafa saçılmıştır. Yerini alabileceğini düşündükleri Leon ise çoktan Filistin’e gitme derdinde, yasalarla başı belaya girmesin diye Hasan ve Yakub’u tanımazlıktan gelir. Bütün bunlar, hikâyede gizemin ve çaresizliğin dozunu iyice artırır.
Tam da bu noktada, Hasan’ın iç sesi ile karşılaşırız. Onun fikrince, belki de en başından beri bir kısır döngüde debelenen bu kaçakçılık işini, yine bir başka kirli ittifakla sonlandırma yolundan başka seçenek kalmamıştır. Sonunda Leon’un metresi ve aynı zamanda bir fahişe olan Meryem devreye girer. Kürkler Meryem’in elinden çıkacak, para da ona teslim edilecektir. Hasan, bu anlaşmaya boyun eğer fakat bu ilişkide bir başka çekim, bir başka tutku sezer. Meryem’le tanışması, Hasan’ın zihninde ve ruhunda yeni bir kasırgayı tetikler.
Zaten Hasan’ın ruhu, roman boyunca bir isyan ve sızı sarmalındadır. O, “sokaktaki adam” olmayı ister. Fakat bu yalnızca bir dilek değil, esasen koca bir kimlik bunalımıdır. Attila İlhan, Hasan’ın ağzından, romanın bir başka düzleminde “sokaktaki adam”ın çarpıcı portresini çizer:
“Ben Sokaktaki Adam’ım. Şurada burada dolaşırken, dikkatinizi çekerim. Bana kızdığınız, ya da beni sevdiğiniz olmuştur. Bir gece, herkes uykuya yattıktan sonra, sokaktan ıslık çalarak birisi geçer, ben işte O’yum...”
Bu sokaktaki adam, bazen hükümete yakın duran bir sessiz tanık, bazen muhalif bir haykırış, bazen de tek kelime etmeden o karanlık kaldırımlarda eriyip giden bir gölgedir. Tek bir kimliğe sığmayan, tek bir eylemle tanımlanamayacak kadar karmaşık bir ruhtur. Ve Attila İlhan, Hasan’ın her bir soluk alışında, bu “sokaktaki adam”ın içimizde yaktığı ateşi anlatır.
Gemidekilerin İstanbul’a indikleri ilk gece, romanın en çarpıcı sahnelerinden birine dönüştüğünde; bekâr gemiciler için bir âdeti simgeleyen şu konuşmalar yükselir:
“— Bekâr gemiciler, nerede geçirir ilk gecelerini?
— Orası malûm.
— Neresi malûm?
— Orası.
— On iki numarada Melâhat. Yakub'un, on iki numarada Melâhat’ı…”
Bu sözler, toplumun dışına itilmiş yaşamların ve ruhsal kaçışların bir yansımasıdır. Bir yanda kürk kaçakçılığıyla elde edilecek para, diğer yanda Hasan’ın bitmeyen yalnızlığı, Yakub’un basit mutlulukları, Meryem’in dehlizlerdeki yaşamı, Leon’un hayatta kalma çabası, hepsi aynı hikâyenin içinde döner durur.
Nihayet romanın sonlarına doğru, anlatıcılık sırası farklı karakterlere geçtiğinde, hem geçmişi hem de geleceği açıklayan itiraflar ve monologlar dinleriz. Yakub’un ne kadar sade bir adam olduğu, ama yine de her işten korkusuzca pay kapmaya çalıştığı, Ahmet’in hesap kitap bilen, tamamen para odaklı bir dünyadan seslendiği, Leon’un kendi gemisini kurtarmak uğruna herkesi ihbar edebilecek kadar sinsi olduğu, okurun önünde birer birer açılır. Hasan ise en karmaşık bilinç akışlarıyla, Meryem ve Ayhan arasında sıkışan o ölgün kalbiyle, bize derin bir iç döküş sunar. Yazar bu noktada Hasan’ın kaderini dramatik bir şekilde mühürler. Sokakta bir kavgaya karışan Hasan, son nefesini vermeden önce yanındakine şöyle fısıldar:
“Kaldırımlar, yapışkan ve pis. Burnumuzun dibinde, seyredenlerin pabuçları. Onun elini tutuyorum. Can çekilmiş bile...
Nihayet:
— Ona, diye fısıldıyor, haber ver!
— Peki, diyorum, hangisine?
— Telefon et diyor, öldüğümü söyle.
— Ölmeyeceksin ki!., demek istiyorum, Hasan!
— Sersem! diyor, telefon edeceğine söz ver.
— Peki! diyorum, ama hangisine?
Birdenbire katılıyor. Başı arkaya düşüyor.”
Bu sözler, Attila İlhan’ın şiirlerinde sıklıkla gördüğümüz o hüzünlü dinginliği ve ölümün kaçınılmaz karanlığını roman atmosferine de taşıdığını gösterir. Hasan’ın “Hangisine?” diye sorduğu isimler, Meryem mi, Ayhan mı, belki Rose-Marie mi, okurun zihninde yankılanır ve roman biterken bile onun iç çatışması devam eder. Belki de bu soruyu duyan herkes, kendi hayatındaki “Hangisine haber versem?” anlarını anımsar.
Öte yandan İlhan, romanda sadece kişisel bunalımlara ve bireysel acılara değil, ülkenin siyasi ve toplumsal dalgalanmalarına da değinir. “Sokaktaki adam”ın ağzından, dönemin değişen iklimini sert bir üslupla aktarır:
“Ben bazan hükümetten yana, bazen muhalifim; bazen gerici, bazen komunist diye evimi polisler basar… 80 darbesi Beni alır götürürler. Fakat ekmek asla ucuzlamaz...”
Attila İlhan’ın kalemi, yoksulluk ve çaresizlikle şekillenen toplumsal gerçekliği, sanki bir fotoğraf makinesinin merceğinden değil de, kalbin en ücra köşelerinden süzülen bir ışıkla aydınlatır. Bu pasajlar, romanı sadece bir macera ya da aşk üçgeni anlatısının ötesine taşır; Türkiye’nin siyasi gelgitlerinin, inanç çatışmalarının, fakirlik ve ümitsizliğin izdüşümlerini keskin hatlarıyla çizer.
Sokaktaki Adam boyunca anlatıcının bazen Hasan’a, bazen Yakub’a, bazen de Ahmet gibi yan karakterlere kaydığına tanık oluruz. Her biri, kendi bakış açısından olup biteni anlatırken, aslında kahramanlarını sorgu masasına oturtmuş gibi davranır. Çünkü sonunda öğreniriz ki, Hasan’ın ölümünden sonra tüm bu kaçakçılık işleri ve şüpheli bağlantılar, emniyet tarafından didik didik sorgulanmıştır. Herkesin dilindeki anılar, geriye dönük hesaplaşmalar, “Sokaktaki Adam”ın ne denli derin bir ruh arayışı içerisinde olduğunu açığa çıkarır. Yakub’un saf neşesi, Ahmet’in keskin bakışı, Leon’un ihanetleri, Meryem’in yalnızlığı, Ayhan’ın hayal kırıklıkları ve Hasan’ın belki de Attila İlhan’ın kendisine yakın duran içsel çığlığı… Tüm bunlar bir araya geldiğinde, romanda İstanbul sokakları kadar karanlık, deniz kadar uçsuz bucaksız bir ruh haritası oluşur.
Bu romanı okurken, Attila İlhan’ın ilerleyen yıllarda yazacağı şiirlerin ve diğer yapıtların tohumlarını hissedersiniz. Sokaktaki Adam, yazarın insan ruhunu katman katman çözme gayretinin belki de ilk büyük hamlesidir. Her satırında, kimliğini ve anlamını arayan bireylerin gürültülü iç sesleri yankılanır. Karakterler ya kaçakçılıkla uğraşarak para peşinde koşar ya da aşkın ve özgürlüğün peşinde sürüklenir. Ancak hepsinde ortak olan, “mutsuzluk” denen soğuk gerçeğin, hiç beklemedikleri anlarda enselerine çökmesidir.
Son kertede, Sokaktaki Adam, ismiyle müsemma bir biçimde, gerçekten de “sokağa” ayna tutar. O sokakta, Hasan gibi inatçı ve kaybolmuş ruhlar da vardır, Yakub gibi hayata gülerken aslında sürekli bir yerlere tutunmaya çalışanlar da. Kapalıçarşı’nın arka dehlizlerinde, Marsilya’dan veya Napoli’den getirdikleri kaçak malları satmaya çabalayan insanların yüzünü gösterir. Oradaki her karakter, bir şekilde şehirle hesaplaşır, geçmişle hesaplaşır, kendisiyle hesaplaşır.
Attila İlhan, bu romanın her satırında, kendi şiirlerindeki rüzgârları dolaştırır; bir an coşkulu, bir an melankolik, bir an ise keskin bir öfke... Belki de bu yüzden, Sokaktaki Adam hâlâ eskimeyen bir tazelikle okunmaktadır. Çünkü sokaktaki adam, değişen devire rağmen varlığını sürdüren tekinsiz bir hayalet gibidir: Bazen ayaklarımızın dibinde görmezden geldiğimiz bir gölge, bazen de aynada kendi suretimiz.
Özetle, “kendisini arayan bir adam”ın, “kaçak yollardan hayatı tadabilen ve aynı zamanda hayatın her gerçeğinden saklanan bir ruh”un romanıdır Sokaktaki Adam. Karakterlerin tümü, bir parçayı tamamlar ve bu parça, roman biterken bile akılda yer eden bir buruk tat bırakır. Yalnızlığın, umutsuzluğun, ama aynı zamanda inatla yaşamaya çalışmanın romanıdır. Sırf bu yüzden bile, bütün karmaşasına rağmen, okuru çarpıcı, duygulandırıcı ve sarsıcı bir âleme götürür. Çünkü herkes, bir nebze olsun, sokakta ıslık çalan o adama kulak kabartır ve belki de kendi sesini duyar.
Yorumlar
Kalan Karakter: