Yunanistan’ın deniz yetki alanları konusundaki provokatif yaklaşımı, son yıllarda Doğu Akdeniz ve Ege Denizi’nde tansiyonu yükselten temel etkenlerden biri hâline gelmiştir. Bu durumun ardında yatan sebeplerin başında, Türkiye’nin tezlerinin uluslararası hukuk bakımından kendi tezlerinden daha geçerli olduğunu Yunanistan’ın da bilmesi, fakat bununla beraber geleneksel dış politikada sıkça benimsediği “kışkırtıcı” tutumu sürdürmekteki ısrarı gelmektedir. Zaman zaman küçük diplomatik kazanımlar elde edebilse de, Yunanistan’ın bu yaklaşımı uzun vadede uluslararası hukuka aykırı ve sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Buna karşın, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası hukuk temelli, sabırlı ve kararlı duruşu dikkat çekmektedir. Bu makalede, son olarak Yunanistan ve Mısır arasında 22 Kasım 2022’de imzalanan arama ve kurtarma (SAR) iş birliği mutabakatının, Türkiye-Libya Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) antlaşmasına “meydan okuma” şeklinde lanse edilme gayretinin hukuki bakımdan geçersizliği ele alınacaktır. Ayrıca, bu gelişme ışığında iç kamuoyunda popülist söylemlerle oluşturulan “ulusalcı” tutumun ve bunun uluslararası hukuk zemininde yarattığı yanlış anlaşılmaların da üzerinde durulacaktır.
1. Yunanistan’ın Dejeneratif-Provokatif Politikalarının Arka Planı
Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’deki tavrı, tarihsel olarak “maksimalist” tezlere dayanmakta; yani kıyı coğrafyasının imkân tanıdığından daha geniş bir deniz yetki alanı talep ederek uluslararası müzakere masalarında pozisyon elde etme stratejisini beslemektedir. Bu strateji kapsamında Atina yönetimi, uluslararası hukukun en temel ilkelerini dahi zaman zaman görmezden gelecek biçimde çeşitli provokatif girişimlerde bulunmuştur.
Örneğin, iki devlet arasında Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığı sınırlandırması gibi uzun yıllardır süregelen uyuşmazlıklar olduğu gibi, Doğu Akdeniz’de Libya ile Türkiye arasındaki MEB antlaşması sonrasında tırmanan gerginlik de bu politikanın son tezahürlerinden biridir. Ancak Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’deki bu “kışkırtma” yönelimli politikası, kendi tezlerinin uluslararası hukukta dayanaksız kalacağını bilmesinden ve buna rağmen Türkiye’yi diplomatik veya fiilî hataya sürükleme gayretinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Atina yönetimi, bu yöntemle bazen küçük ölçekli kazanımlar elde etse de büyük ölçekte siyasi ve hukuki meşruiyet zemininde istediği sonucu alamamaktadır.
2. Türkiye’nin Tutumu ve Dışişleri Bakanlığı’nın Rolü
Türkiye tarafında ise en istikrarlı ve rasyonel politika Dışişleri Bakanlığı tarafından sürdürülmektedir. Uluslararası hukuku yakından takip eden, ilgili sözleşmelere hâkim olan ve bunu resmi beyanlarında öne çıkaran Bakanlık, Yunanistan’ın her yeni provokasyonuna karşı ölçülü ancak son derece kararlı yanıtlar vermeyi sürdürmektedir. Böylece, hem Türkiye’nin haklı tezleri savunulmakta hem de uluslararası camiada Ankara’nın haklı duruşunun hukuki zeminini zedeleyecek beyan ve eylemlerden kaçınılmaktadır.
Ne var ki Türkiye’de bazı iç odakların, konuyu “ulusalcı” bir torbaya koyarak bu tezleri sorgulayan herkesi “karşı tarafa hizmet etmek”le itham etmesi, meseleyi popülist söylemlerin kısır döngüsüne hapsetmektedir. Bu tür popülist veya fırsatçı (oportünist) yaklaşımlar, uluslararası hukuku esasa dayalı değil, günlük siyasi söylemlerin aracı kılan bir anlayışa yol açmakta; bu da gerçek uzmanları ve akademisyenleri geri plana itmektedir. Oysa hukuki ve teknik bilgiyi temel alan, insaflı ve ölçülü bir söylem, uzun vadede hem Türkiye’nin çıkarlarını güvenceye almakta hem de insanlığın ortak vicdan ve değerlerine uygun bir politika geliştirmede yararlı olmaktadır.
3. Kahire’de İmzalanan Mutabakat Zaptı: İçeriği ve Amacı
Yunanistan ile Mısır arasında 22 Kasım 2022’de Kahire’de imzalanan “Havacılık ve Deniz Arama Kurtarma Alanlarında İşbirliği Mutabakat Zaptı”, Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos tarafından “Atina ve Kahire FIR hatlarıyla örtüşen Arama-Kurtarma yetki alanlarının belirlenmesi” şeklinde yorumlanmıştır. Ne var ki uluslararası hukuk açısından bakıldığında, arama-kurtarma faaliyetlerinin (Search and Rescue – SAR), münhasır ekonomik bölgeler veya diğer deniz yetki alanlarıyla doğrudan bağlantılı olmayan insancıl bir faaliyet alanı olduğu bilinmektedir.
Türkiye’nin bu anlaşmaya tepkisi de benzer bir doğrultuda gelmiş ve Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Tanju Bilgiç, SAR bölgelerinin “egemenlik sahası” gibi yorumlanmasının hukuken geçersiz olduğunu ifade etmiştir. 1979 tarihli Hamburg Sözleşmesi’ne atıf yapan Bilgiç, SAR hizmetinin temel amacının insan hayatını kurtarmak olduğunu ve bu alanların kıyı devletine herhangi bir egemenlik hakkı tanımadığını net biçimde vurgulamıştır.
Yunanistan tarafının, bu imzalanan mutabakat zaptını Türkiye-Libya arasındaki MEB antlaşmasına karşı bir “hamle” veya “meydan okuma” olarak sunma çabası ise uluslararası hukukta karşılığı olmayan, diplomatik bir çarpıtmadan ibarettir. Zira SAR bölgeleri, deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ve egemenlik gibi konulardan bağımsız olarak tanımlanan, tamamen insani yardım esasıyla düzenlenmiş bölgeler olarak kabul edilmektedir.
4. Uluslararası Hukuk Çerçevesi ve SAR (Arama-Kurtarma) Bölgeleri
4.1. Hamburg Sözleşmesi (1979) ve Temel İlkeler
Denizde Arama ve Kurtarma Uluslararası Sözleşmesi olarak bilinen 1979 tarihli Hamburg Sözleşmesi, denizde tehlikeye düşen insanları kurtarmayı hedefleyen çerçeve bir metindir. Bu sözleşme, kıyı devletlerine SAR operasyonlarına ilişkin yetkileri tanımlamakta; ancak bu yetkileri devletlerin egemenlik alanlarının bir uzantısı olarak değerlendirmemektedir. Aksine, amacı insan hayatını korumak olduğundan, devletlerin bu faaliyete mümkün olan en hızlı ve etkili şekilde katılmasını teşvik etmektedir.
Sözleşmede, kıyıdaş devletler arasında arama-kurtarma sahalarının belirlenmesi için iş birliği yapılması öngörülmüş, sahaların çakışması hâlinde ise uyuşmazlığın diyalog yoluyla çözülmesi tavsiye edilmiştir. Buradan hareketle, Yunanistan ve Mısır’ın kendi aralarında bir SAR sınırlandırma mutabakatı yapması, Türkiye veya başka bir kıyı devleti için herhangi bir hukuksal yükümlülük doğurmamaktadır. Zira SAR hizmet sahaları, “devletin egemenlik alanını” değil, “devletin insani yardım sorumluluk bölgesini” göstermektedir.
4.2. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS/UNCLOS) ve Kıyı Devleti Yetkileri
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) 1982 tarihli olup, münhasır ekonomik bölge (MEB), kıta sahanlığı, karasuları gibi temel kavramları düzenler. Buna göre, kıyı devletinin karasuları üzerindeki egemenlik yetkisi “tam”dır; yani orada yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kesintisiz şekilde kullanabilir. Bununla birlikte, gemilerin “zararsız geçiş hakkı” gibi hukuken tanınan istisnalar mevcuttur.
MEB üzerinde ise kıyı devletine tanınan yetkiler, ekonomik nitelikli haklarla sınırlıdır (örneğin balıkçılık, doğal kaynakların araştırılması ve işletilmesi, yapay adacıklar veya rüzgâr enerjisi altyapısı kurma gibi). Ancak MEB, “tam egemenliğin” kullanıldığı bir alan değildir. Yani hava sahasında veya deniz yüzeyinde mutlak bir egemenlik söz konusu olmaz; uluslararası sular niteliği büyük ölçüde korunur. Dolayısıyla, bir kıyı devletinin MEB’de arama-kurtarma faaliyetlerini tek başına yürütme veya diğer devletleri dışlama yönünde bir hakkı yoktur.
Bu çerçevede, Yunanistan ile Mısır arasındaki SAR anlaşması, doğası gereği bir MEB sınırlandırma antlaşması sayılamaz ve Türkiye-Libya MEB antlaşmasına karşı hukuken “meydan okuyucu” bir etki göstermez. Zira SAR söz konusu olduğunda, esas amaç insan hayatını korumaktır; bu alanların karasuları veya MEB gibi “yetki alanı” iddialarına delil teşkil etmesi mümkün değildir.
5. FIR (Uçuş Bilgi Bölgesi) ve SAR Mutabakatlarının Hukuki Statüsü
FIR (Flight Information Region - Uçuş Bilgi Bölgesi) konusunun da altı çizilmelidir. FIR hatları, 1944 tarihli Şikago Sözleşmesi (ICAO Sözleşmesi) çerçevesinde belirlenen ve sivil havacılıkta güvenliği sağlamak amacı taşıyan düzenlemelerdir. Her ne kadar Yunanistan, Atina FIR’ını bir egemenlik unsuru olarak tanımlama eğiliminde olsa da gerçekte FIR hatları, hava trafik hizmetlerini koordine etmek amacıyla belirlenmiş teknik sınırlardır.
Benzer şekilde SAR hatları da FIR hatlarıyla örtüşecek biçimde düzenlenebilir; bu, sivil havacılık ve deniz taşımacılığını kolaylaştırma maksatlı bir uygulamadır. Ancak bu teknik koordinasyon alanlarının hiçbirinde “tam egemenlik” yetkisi tanımlanmamıştır. Dolayısıyla, Yunanistan-Mısır mutabakatı üzerinden yaratılmaya çalışılan “Bu, Türkiye’nin MEB’ine karşı bir hamledir” söylemi, hukuki bir dayanağa sahip değildir ve daha çok siyasi-diplomatik bir manipülasyon niteliği taşımaktadır.
6. Yunanistan’ın Stratejik Hedefi: Türkiye’yi “Dilemma” Durumuna Sürüklemek
Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’deki kışkırtıcı tutumunun temelinde, Türkiye’yi “dilemma” olarak adlandırılan ikilemlere sokma stratejisi yatmaktadır. Bu stratejiye göre Yunanistan, attığı adımları öyle lanse eder ki Türkiye karşı çıkarsa “insani yardımın önüne engel koyan taraf” gibi gösterilmeye çalışılacak; karşı çıkmazsa da “Yunanistan’ın sözde egemenlik iddialarını zımnen tanıdı” sonucunu doğuracak bir algı oluşturulacaktır.
Ancak Türkiye’nin, özellikle Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla sergilediği itidalli ve hukuki temele dayalı tavır, bu oyuna gelinmediğini göstermektedir. Türkiye, SAR bölgelerinin uluslararası hukuktaki insani niteliğinin altını çizmek suretiyle “Bu anlaşma insani amaçlıdır ve mevcut deniz yetki alanı uyuşmazlıklarını etkilemez” görüşünü dile getirmekte, dolayısıyla Yunanistan’ın provoke etmeye çalıştığı algıyı boşa çıkarmaktadır.
7. İç Kamuoyundaki Popülist Söylemlere Dikkat
Yunanistan’ın dış politikadaki bu hamleleri kadar, Türkiye’deki bazı kesimlerin konuyu sadece “ulusal gurur” ve “vatanseverlik” söylemleriyle sınırlı bir çerçevede değerlendirmesi de hatalı sonuçlara yol açmaktadır. Uluslararası hukuk perspektifi göz ardı edilerek yapılan açıklamalar, toplumsal algıda bir “MEB = Tam Egemenlik Alanı” eşitlemesine neden olmaktadır. Oysa MEB, kıyı devletine sadece ekonomik haklar tanıyan bir rejimdir ve bu alan “karasuları” gibi kolluk yetkileriyle donatılmış tam bir egemenlik sahası değildir.
Bunun bir yansıması, “Mavi Vatan” söyleminin zaman zaman hukuki içerikten koparılıp popülist bir slogana dönüşmesinde görülmektedir. Elbette “Mavi Vatan” kavramı, Türkiye’nin deniz alanlarındaki meşru haklarını ifade etmek bakımından önemlidir. Ancak bunu “karasuları” ile eşdeğer tutup, sanki Türkiye MEB üzerinde her türlü egemen tasarrufa tek taraflı sahipmiş gibi beyanlarda bulunmak, uluslararası hukukun gerçeğiyle çelişir. Dahası, bu tür aşırı yorumlar, diplomatik müzakerelerde Türkiye’nin elini zayıflatabileceği gibi, ileride oluşacak uzlaşma zeminlerine de gölge düşürebilir.
8. Uzun Vadeli ve Gerçekçi Politika Oluşturma İhtiyacı
Uluslararası hukuk, devletler arasında denge kurmayı amaçlayan, uzun süreli müzakereler ve devlet pratiği sonucunda şekillenmiş bir zemindir. Bu nedenle, gündelik siyasi çıkarlar veya iç politikada popülist söylemler uğruna, deniz yetki alanları gibi teknik ve çok boyutlu konularda uluslararası hukuku görmezden gelmek, gelecekte onarılması güç zararlara yol açabilir.
Türkiye, Yunanistan’ın provokasyonlarına karşı uluslararası hukuku esas alan tutumunu sürdürürken, iç kamuoyunda da konunun uzmanları ve akademisyenleri tarafından anlaşılır bir dille açıklanmasına ihtiyaç vardır. Çünkü hukuki gerçeklik, zamanla mutlaka kendini kabul ettirir. Denizde arama kurtarma sahalarının insani niteliği, MEB’in ekonomik bir rejim oluşu ve karasularındaki tam egemenlik alanı arasındaki farkların net biçimde ortaya konması, yanlış algıların önlenmesi açısından elzemdir.
Ayrıca, Yunanistan ile yaşanan gerilimlerde Türkiye’nin tepkisi sadece “karşı çıkmak” veya “protesto etmek” şeklinde olmamalı; gerektiğinde masaya oturup teknik konuları müzakere etmeye hazır olduğunu göstermelidir. Zira BMDHS kapsamında deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında, kıyıdaş devletler arasında iyi niyetli diyalog esastır. Atina yönetiminin maksimalist tezlerinde ısrar etmesi, Türkiye’nin de hukuki ve diplomatik yollarla tezlerini savunmasına engel olmayacak; aksine, uluslararası platformlarda Türkiye’ye haklı bir pozisyon sağlayacaktır.
9. Sonuç ve Değerlendirme
Yunanistan ve Mısır arasında imzalanan 22 Kasım 2022 tarihli Arama ve Kurtarma (SAR) Mutabakat Zaptı, teknik olarak iki ülkenin FIR hatlarıyla örtüşen arama-kurtarma sorumluluk bölgelerini belirleme amacı taşısa da Yunanistan, bu mutabakata olmasını istediği siyasi boyuttan daha büyük anlamlar yüklemektedir. Özellikle Türkiye-Libya MEB antlaşmasına karşı bir “cevap” gibi yansıtılması, gerçekte uluslararası hukuk bakımından kabul edilebilir değildir.
Türk Dışişleri Bakanlığı’nın verdiği resmî yanıtta da vurgulandığı üzere, SAR sahaları insani amaçlar doğrultusunda düzenlenir; egemenlik iddialarına temel oluşturmaz. Zaten Hamburg Sözleşmesi’ne göre devletler, denizde tehlikeye düşen insanları kurtarmakla yükümlüdür ve bu faaliyet ortak iş birliği gerektirir. Bir devletin SAR bölgesini, “egemenlik bölgesi” olarak sunma gayreti, hem uluslararası teamül hukuku hem de yazılı sözleşme hükümleriyle çelişir.
Yunanistan’ın bu antlaşma üzerinden Türkiye-Mısır ilişkilerine gölge düşürmeye çalışma girişimi de dikkat çekicidir. Katar’da gerçekleşen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah es-Sisi görüşmesi sonrasında, Ankara ile Kahire arasındaki olası bir yakınlaşmanın Atina tarafından sabote edilmeye çalışıldığı açıktır. Bu “dostane yakınlaşmayı” engellemek için, Yunanistan’ın zamanlamayı fırsat olarak gördüğü ve Mısır’ı kendi tezlerinin bir parçası hâline getirerek Türkiye’yi diplomatik bir ikilem içinde bırakmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Ancak Türkiye, bu stratejiyi görerek meseleye insani boyuttan yaklaşmakta ve “dilemma”ya düşmeden, haklı tezlerini sakince savunmaktadır.
İç kamuoyunda ise “MEB = Mavi Vatan’ın tam egemenlik alanı” şeklinde kurulan hatalı denklemin, uluslararası hukuk bakımından sıkıntılı olduğu hatırda tutulmalıdır. MEB, kıyı devletine ekonomik haklar sağlayan ve açık deniz niteliğini önemli ölçüde koruyan bir deniz alanı rejimidir. Karasularına ilişkin tam egemenlik iddialarıyla MEB düzenini karıştıran yaklaşımlar, kısa vadede milliyetçi duyguları kabartsa bile uzun vadede hukuki ve diplomatik açmazlar doğurabilecektir. Bu nedenle, meselenin akademisyenler, uzmanlar ve devlet kurumları tarafından doğru bir zeminde tartışılması hayati önem taşımaktadır.
Sonuç olarak, Yunanistan ile Mısır arasında imzalanan mutabakatın Türkiye-Libya MEB antlaşmasına karşı bir hukuki koz olarak kullanılabilmesi mümkün değildir. Türkiye, Ege ve Doğu Akdeniz’deki tezlerini Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, Hamburg Sözleşmesi ve uluslararası teamül hukuku kuralları çerçevesinde savunmaya devam ettiği sürece, Yunanistan’ın provoke edici politikaları uzun vadede başarı sağlayamayacaktır. Ancak bunun için, içte de popülist söylemlere kapılmadan, uluslararası hukukun ilkelerine dayanan, uzun vadeli ve tutarlı bir politika sürdürmek gereklidir. Türkiye’nin çıkarları, büyük ölçüde uluslararası hukukun sağladığı meşruiyete dayanır ve bu meşruiyet, hamasi nutukların değil, hukuki bilgi ve diplomatik becerinin kalıcılığını gerektirir.
Bu noktada, Türkiye’nin halihazırda izlediği ağırbaşlı politika, uluslararası arenada itibarını korurken, Yunanistan’ın maksadı aşan girişimlerini de boşa çıkarmaktadır. Esasen insanlığın ortak vicdanıyla da paralel olan bu yaklaşım, ülkemizin menfaatlerinin yanı sıra bölgesel barış ve istikrara da hizmet etmektedir. Dolayısıyla, deniz yetki alanları konusunda gerçekçi, hukuka dayalı ve öngörülebilir politikalar üretmek, Türkiye’nin hem bugününü hem de geleceğini güvence altına almanın en sağlam yolu olacaktır.
Yorumlar 3
Kalan Karakter:
Emek ve yorumlarınıza sağlık. Değerli bilgileri yetkililer dikkate alır umarım
Kalan Karakter: 1000
titiz ve detaylı, güzel bir yazı olmuş, emeklerinize sağlık
Kalan Karakter: 1000
Elinize sağlık. Değerli bilgileri yetkililer dikkate alır umarım.
Kalan Karakter: 1000