Bu kasvetli ve bunaltıcı sezonda biraz neşeye ihtiyaç var ve ben de yakın zamanda tam da bu ihtiyacı karşılayan İskoç bir başmühendisle tanıştığıma memnun oldum. Bay Glencannon, ayyaş, ilkesiz ve şiddet eğilimli bir serseri olarak pek de örnek bir Britanyalı zabit modelini yansıtmaz. Londra tescilli bir tramp gemisinin sevk ve idaresinden sorumlu olup, birbirlerinden pek haz etmeyen uyumsuz tiplerden oluşan bir mürettebata nezaret etmektedir. 20’nci yüzyılın ilk dönemine denk gelen bu rezilce maceraları, artık yayın hayatı sonlanmış ama vaktiyle çok ünlü olan Saturday Evening Post’ta yayımlanmış ve yirmi yıldan uzun süre büyük bir okuyucu kitlesi kazanmıştır. Glencannon, Amerikan I. Dünya Savaşı pilotu Guy Gilpatric’in hayal ürünüdür. Gilpatric, 1920’lerde reklamcılık işini bırakıp Güney Fransa’ya yerleşmiş ve Amerika’nın en çok kazanan kısa hikâye yazarlarından biri olmuştur. Kim bilir bu denizcilik türünü seçmesine ne vesile oldu (belki Akdeniz kıyılarında sahilci İngiliz gemicilerle karşılaştı), ancak uzun soluklu ve kazançlı bir konu yakalamış olduğu kesin.
Kısa süre önce bu öykülerin toplandığı bir kitabı ödünç aldım ve hepsi gerçekten çok komik; günümüzün hassas bakış açıları için “siyaseten yanlış” olsa bile. Daha önce bu ‘Kaledon’ haydutu hiç duymamıştım; kendisi, hayal dünyamızda daha uzun süre yer etmiş benzer dönemden Para Handy’nin, güverte altındaki daha ağır bir versiyonuna benziyor. Onun yaratıcısı Neil Munro (takma adı Hugh Foulis) da aslen denizci değildi ancak İskoçya’nın batı kıyısında çalışan “puffer” adı verilen küçük yük gemilerinin o çalkantılı yaşamını ustalıkla yansıtmayı başarmıştı. Üstelik bu canlı hayal dünyasındaki karakterleri, Glasgow Evening News’ta haftalık bir köşe yazısına uyarlayıp Vital Spark gemisinin kaptanı ve tayfasının maceralarını her hafta sabırsızlıkla beklenen bir hale getirdi.
Gazete ve dergilerde uzun süre devam eden tefrikalar—ki Dickens, Trollope ve Thackeray gibi pek çok yazarın servet kazanmasını sağlamışlardı—maalesef tarihe karıştı. Bugünün aydınlatılmamış (!) dünyasında, onların yerini çok daha geçici olduğu belli bloglar ve podcast’ler aldı. Ayrıca tarihin tozlu sayfalarına karışan bir başka şey de genel kamuoyunun denizcilik konularına yönelik ilgi ve bilgisi olsa gerek.
21’inci yüzyılın Birleşik Krallık veya Amerika’sında bir Glasgow’lu memur ile Nebraskalı bir çiftçinin, bu denizci serserilerin haftalık maceralarını anlayıp bir de üstüne kahkahalarla gülebilmesi pek olası görünmüyor. Oysa 1880’lerde denizcilik yerine genel okuyucu kitlesini hedefleyerek yayına başlayan ve artık tarihe karışmış haftalık Fairplay dergisi, “Saltings” takma adlı yazarın, gemi hissesi alanların uğradığı felaketleri ve kötü niyetli armatörlerce dolandırılışlarını anlattığı düzenli uyarı hikâyelerini içeriyordu. Belki de bu kamusal bilincin yok oluşu, denizcilik konularını sadece uzmanların takip ettiği dar bir alana hapsediyor ve bu durum epey üzücü. Modern zamanların bir başka talihsiz yanı da dergilerimizin sayfalarında mizaha yer kalmaması gibi görünüyor.
Belki daha geniş okumalar yapmam gerek, ama profesyonel dergilerden haftalık siyasi gazetelere kadar hiçbirinde mizah veya espri yok. Dedikodu ve söylenti—ki okur mektuplarının (çoğu öfkeli) en büyük kaynağıydı—dahi ortadan kayboldu; her şey fazla ciddi ve ağırbaşlı. Bu yayınlar çoğu zaman “bir kişi ve bir köpek” tarafından hazırlanıyor; köpek de sanat yönetmeni olarak görev yapıyor. Yine de insan biraz gülümseyecek bir şeyler bulmayı umut ediyor. Bizim içinde yaşadığımız denizcilik dünyası, her zaman olağanüstü olaylar için verimli bir kaynak olmuştur; fakat günümüzde bunlar da gözden kaçabiliyor.
Hafızamdan silinmeyen gerçek bir olay var: Singapur’da havuzda bulunan bir AHTS gemisinin çift dip tankında vahşi bir panterle karşılaşan bir adamın hikâyesi… Ya da yanaşma sırasında köprüüstünde pilottan başka kimsenin olmadığı, çünkü kaptan ve başmühendisin baş tarafta birbirine girdiği o sahne… Bu hikâyelerin güzelliği, tamamen gerçek olmaları. Geçen hafta da bir kanocunun balina tarafından yenildiği haberi vardı; bundan daha iyisi olamaz. Neyse ki balina tadını pek beğenmemiş olacak ki, tıpkı Yunus peygamber misali adamı geri çıkartmış ve olası bir felaket, kasvetli hayatımıza ihtiyaç duyduğumuz bir kahkahayı armağan etmiş oldu.
Elektrikli Fenerler
Kaptan, bu kadar liman çağrısını nasıl düzene sokacağını düşünüyor!
Hem editörden hem de okuyuculardan özür dileyerek, saygın kurum Trinity House’a dair kısacık bir destek notu paylaşmak istiyorum. Geçen hafta Spectator dergisinde, devlet israfını eleştiren bir yazıda, Trinity House’un Tesla elektrikli araçlardan oluşan küçük bir filo satın almasından da bahsedilmişti. Bu harcamayı, İrlandalı pop gruplarına verilen hibeler, anlamsız DEI (Diversity, Equity, Inclusion) uygulamaları ve devletin yardıma muhtaç kişilere bedava e-bisiklet sağlamasıyla aynı kefeye koymak oldukça haksız bir tutum gibi geldi. Kurum kendini savunacak güce sahip olsa da, Trinity House ve benzeri kuruluşlar, IMO toplantılarında çevreci sivil toplum örgütlerinin baskılarıyla karşılaştıklarında herkesten daha “yeşil” olmak zorunda.
Bu aktivistler, sürekli öfke kusabilecekleri bir hedef arayıp dururlar. Ben şahsen kaputun altında güçlü bir dizel motoru tercih edenlerdenim. Ancak, Greenpeace henüz kurucusunun zihninde bir kıvılcım iken ve Ed Miliband da bezden bebek bezi dönemiyle meşgulken, Trinity House ve diğer denizcilik kurumları zaten deniz fenerlerini çalıştırmak için yenilikçi rüzgâr ve güneş enerjisi sistemleri deniyorlardı. Bay Musk’ın araçları, bu cemiyette doğru tercihi temsil ettiğinden eleştiri okları başkalarına yönelmeli diye düşünüyorum.
Yorumlar
Kalan Karakter: