Farklı meslek gruplarından insanların kargo gemileri ile yapmış oldukları yolculuklara ait gözlemlerini okumak ve denizcilik mesleğine farklı bir perspektifinden bakıyor olmak hep ilgimi çekmiştir. İnternette gemi yaşamı üzerine denizde geçmiş hikayeleri araştırırken rast geldim gazeteci, yazar, sosyolog ve gezgin Nur Dolay’ın “Yük Gemisinde Bir Yolcu-50 Günde Güney Amerika” isimli kitabına (Cinius Yayınları, Ocak 2024, İstanbul, 247 sayfa). Algıda seçicilik sanırım, kapak fotoğrafındaki konteyner gemisi ve römorkörü görür görmez dikkatimi çekti kitap. Açıklama kısmını da okuduktan sonra tereddüt etmeden sipariş listemin içerisine ekledim ve elime ulaştıktan sonra kısa bir zaman diliminde ilgi ile okudum. Kargo gemisinde geçen 50 günlük yolculuğu süresince başından geçenleri 48 farklı başlık ve bölüm altında kronolojik olarak kendi penceresinden yorumlayan yazar aynı zamanda kapitalist sistem, sömürgecilik ve iklim krizi gibi konulara da değinerek güzel mesajlar vermektedir. Bu yazımda kitap hakkındaki incelememi ve görüşlerimi paylaşıyor olacağım.
Kitabını bütün deniz emekçilerine atfeden yazar aslında denizcilik sektörüne ve mesleğine çok yabancı değildir ve yolcu gemileri ile bazı seyahatlerde de bulunmuştur. Deniz tutkusu çocukluk yıllarında başlayan yazarın o yıllarda gemi kaptanı olup dünya denizlerini dolaşmak gibi bir hayali de bulunmaktadır. Konteyner gemisi ile yapmış olduğu bu yolculuk ise bir kargo gemisi ile yapmış olduğu ilk seyahatidir. Yazar, bir Fransız televizyon kanalında yayınlanmış olan “Thalassa” (Yunanca da “deniz” anlamına gelen bir söz) isimli deniz konulu belgesel programlarının hazırlanmasında yer almış ve bu süreçte Türk Boğazlarını konu alan “Boğaz’da Tehlike” isimli belgeselin çekimleri kapsamında kılavuz kaptanlar ile birlikte petrol tankerlerinin İstanbul Boğazı geçişlerine katılmıştır. Kitap içerisinde yazarın denizcilik sektörüne ilişkin daha önceki farklı ve müthiş tecrübelerinin bir özetini görebiliyoruz (özellikle 4.bölüm içerisinde).
Yolculuğa ev sahipliğini yapan gemi, İtalyan bir armatörün işletmesinde bulunan 214 metrelik bir konteyner ve araba taşıyıcısıdır. Yazarın belirtmesine göre kargo gemisinin sökülmeye gönderilmeden önceki son seferleri, bu sebeple oldukça bakımsız gözüküyor ve yolculukları süresince birkaç kez makine arızası da yaşanıyor. Almanya’nın Hamburg limanından başlayan ve 50 gün süren yolculuk süresinde Avrupa, Afrika ve Amerika kıtasındaki farklı limanlar ziyaret ediliyor ve yazarın yolculuğu Uruguay’ın Montevideo limanında sona eriyor. Esasında planlanan yolculuk süresi 30-35 gün olarak öngörülüyor fakat araya yeni uğrak limanlarının eklenmesi, Afrika limanlarında yaşanan gecikmeler ve Noel-yılbaşı döneminde bazı limanlarda uzun süreli bekleyişlerden ötürü yazarın gemideki kalış süresi de uzamış oluyor. Yolculuğa eşi Jean-Louis ve “Sputnik” adını verdikleri minibüsleri ile birlikte katılan yazarın asıl amacı, Los Angeles’ta yaşayan kızlarının da gemiden ayrılacakları limanda kendilerine katılması ile ailecek tatil yaparak bir nevi hasret giderebilmektir. Kargo gemisi ile böyle bir yolculuğu tercih etmelerinde ise emektar arabalarını da yanlarında götürebiliyor olmalarının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Yazar, sürücüsü gemi üzerinde bulunduğu zaman aracın yolcunun bagajı gibi sayıldığını ve varış limanında daha az gümrük formalitesine maruz kalarak, araçları ile gemiden ayrılabildiklerini belirtiyor. Kitabın başlangıcında geminin izlediği rota ve uğrak limanlarını gösteren bir harita görüntüsü yer almaktadır.
Kargo gemisinin uğradığı limanların harita görüntüsü
Kargo gemisinin zabitan kadrosu Bulgar vatandaşlarından oluşurken mürettebat kısmı ise Filipinlidir. Yazar ve eşinden başka farklı milliyetlerden ve karakterlerden yedi yolcu daha arabaları ile birlikte gemide bulunmaktadır. Kitap içerisinde gerek gemi personeli gerekse diğer yolcularla ilgili olarak yazarın ilginç gözlemlerini görürken; gemi kaptanı ve zabitan kadrosundan hoşlandığını pek söyleyemeyiz. Hatta bir bölümde zabitan personeli ile ilgili şu benzetmeyi de yapıyor: “dükkanlarda müşteriyi azarlayan suratsız satıcılar gibiler”. Kaptan ve diğer zabitlerin her daim şort, tişört ve terlik ile gemi içerisinde dolaşması, yolcular ile diyalog kurmaktan kaçınarak bir gülümsemeden bile itina etmelerine yazar kitap içerisinde birkaç kez dem vurmaktadır. Bir manevra olacağını, yanaşma veya kalkış yapılacağını kaptanın kıyafetini değiştirmesinden ve ayakkabı giymesinden anladığını belirtmektedir. Kaptan ve zabitlerinin kendilerini “surat asılması gereken katlanılması zorunlu bir yük olarak gördüklerinden” şüphelenmektedir.
Yazarın, gemi personeli içerisinde kamarot Manolo’yu diğer personelden ayrı bir yere koyduğu görülmektedir. Kamarot Manolo yolculara her türlü bilgi akışını sağlayan, sorunlarına çözüm bulan ve hatta gemiye aşinalık eğitimlerini bile yapan personeldir. Yazar, Manolo dan gelen her haberin kaptanın ağzından çıkmışçasına doğru olduğunu belirtiyor ve buna “kitchen news” ismini takıyor. Verilen detaylardan Manolo’nun kişisel bakım ile giyim kuşamına özen gösteren ve işini severek yapan bir mutfak personeli olduğunu görüyoruz. Belki de şimdilerde görevine aşçı olarak devam ettiğini tahmin edebiliriz. Noel kutlaması akşamında personel ve yolculara hitaben konuşmayı gemi kaptanı ile birlikte Manolo’nun yapması esasında personelin gözündeki saygınlığını da göstermektedir. Filipinli personelin gemilerde neden tercih edildiği ile ilgili olarak yazarın şu tespitlerine de katılmamak elde değil: “Filipinliler çalışkan, her verilen işi itirazsız yapan, güler yüzlü ve itaatkâr olarak ün yapmışlar”.
Gemideki yolcular içerisinde en akılda kalıcı ve şahsına münhasır kişi ise anahtarlar ile başı dertte olan “Alex” dir. Yolculuk süresince kamara duş giderinin tıkanması, kamarasının anahtarını yanlışlıkla denize atması, garajdaki arabasına indiği bir sırada garaj kapısının kilitlenmesi sebebiyle garajda 3 saat mahsur kalması ve gemiden ayrılacağı gün aracının ruhsatını kaybetmesi gibi şanssızlıklar yaşamıştır.
Kitabın içerisinden çıkarımlar yaparak yazarın meraklı ve özgür bir ruha sahip olduğunu söyleyebiliriz. Minimal yaşamayı ve sakinliği seven bir yapısı vardır. AVM ve hazır gıda zincirleri gibi kalabalıklar arasında bulunmaktan hoşlanmaz. Yabancı dil öğrenmeye yatkın olup, boş kalmayı sevmez ve çoğunlukla sıkılacak vakti olmayacak derecede zamanını verimli kullanan bir kişiliktir. Her anı doya doya yaşamaya odaklıdır. Gemideki noel kutlamalarında Filipinli personel ile birlikte karaoke yapması ve birlikte dans etmeleri buna güzel bir örnektir. Yazar gemide geçirmiş olduğu bu noel eğlencesini, hayatında geçirdiği en neşeli noel olarak tanımlamaktadır.
Yazarın özellikle Filipinli denizciler ile yapmış olduğu sohbetlerinde hümanist ve anne şefkati ile yaklaşımları kitap içerisindeki şu anekdotlarda açıkça görülebilmektedir:
- Kamarot Manolo ile yaptığı bir sohbette yoğun çalışma saatine karşılık kazandığı ücretin az olmasına şaşırıyor ve dayanamayarak bu durumu gemi kaptanı ile konuşmayı bile teklif ediyor.
- Noel kutlamasının olduğu akşam köprüüstünde seyir vardiyasını tutan 3.kaptanın neden hali hazırda yemeğini yemiş ve kutlamaya katılmış başka bir zabit tarafından değiştirilmediği hususu dikkatini çekiyor ve durumu gemi kaptanı ile de paylaşıyor.
- Baca bölgesinde emniyet tedbirleri hiçe sayılarak yüksekte yapılan boya çalışmasını şaşkınlık ile karşılıyor ve Filipinli denizciler ile de bu durumu konuşuyor. Filipinlilerin uysal ve isyankâr olmamasına karşılık bu uygunsuzluğu onların hakkını aramak adına kendi tabiri ile gemideki “hortlak” olarak belgeleyebilmek için de bazı fotoğraflar çekiyor.
Gemi kaptanının gerek yolculara ve gerekse kendi personeline karşı kibar ve düşünceli bir tavır içerisinde bulunmadığını yazarın notlarından fark edebiliyoruz. Kaptanın yolcularla diyaloğa girmekten kaçınması ve karşılaştıklarında bir gülümsemeyi bile esirgemesi ilk defa bir gemi kaptanı görmüş olan yolcuların da tüm gemi kaptanları genelinde kötü bir izlenim edinmesine sebep oluyor.
Yolcular gemideki gözlemlerini yaşam mahalli etrafından yani dışarıdan dolaşarak sadece köprüüstü kırlangıçlarında yapabiliyorlar. Bu gemi özelinde belki birden fazla yolcunun gemide bulunuyor olması bu yaklaşıma sebep olmuş olabilir ama yine de seyir esnasında (yani bir manevra yapılmıyorsa) yolcuların köprüüstünde kısıtlı da olsa bir zaman diliminde bulunmaları mümkün kılınabilirdi diye düşünüyorum.
Gemiye katıldıklarında yolculara şirket kıyafet politikası imzalatılmış olmasına rağmen kaptan ve zabitlerin bu politikaya uymadıklarından yazar birkaç yerde bahsetmektedir. Örneğin; noel kutlamasının yapıldığı bir akşamda şort tişört ve terlik şeklinde katılmaları yazara garip geliyor ve bir bayram gününde hiçbir Türk kaptanın bu şekilde giyinerek kutlama yapacağını düşünmediğini belirtiyor ki katılmamak elde değil. Yazarın da belirttiği gibi gemi kaptanının özellikle gemiye dışarıdan katılmış olan 3.partilere karşı davranış ve tutumları, gemideki diğer personele de örnek teşkil etmesi bakımından oldukça önemlidir.
Yazarın gemi kaptanı ile ilgili tek güzel anısı sanırım doğum gününde kendisi için hazırlanan pastalı sürpriz ve kaptan tarafından verilen ufak bir ikram oluyor. Gemide kutlanan bu doğum günü yazar için unutulmaz doğum günlerinden birisi oluyor.
Yazarın gemi kaptanı özelinde edindiği tüm olumsuz tecrübelere rağmen gemiden ayrıldığı sırada gözlerinin kaptanı araması ve belki uzaktan bir yerden görünür el sallar düşüncesi ise maalesef yerine getirilmemiş bir beklenti olarak kalıyor.
Yolculuk boyunca yazarın kılavuz kaptanlar ile pozitif diyalogları ve olumlu izlenimleri bulunmaktadır:
-Dakar limanında Senegalli kılavuz kaptanın hava almak için kırlangıca çıktığı esnada dürbünleri ile etrafı seyreden yolculara güler yüzlü yaklaşımı ve Dakar hakkında turistik bilgiler vermesi, yazarın kendi tabiri ile bir an için gemide olduklarını unutturuveriyor.
-Arjantin’in Rio De La Plata limanında yemek salonunda yalnız başına oturan kılavuz kaptan ile yazar adeta bir Türk misafirperverliği örneği göstererek hasbıhal ediyor ve yolcunun Türk olduğunu öğrenen kılavuz kaptan da kendisinden Türk kahvesi istiyor.
-Arjantin’in Parana limanında seyir yaptıkları dar su yolunda, ters yönde ilerleyen bir başka gemi ile yakın geçişmelerini fotoğrafladıkları sırada kırlangıca çıkan kılavuz kaptan yolcular ile sohbet ediyor. Kılavuz kaptan burada hava alırken yolculara da gemi trafiği hakkında bazı bilgiler veriyor ve yazar; kılavuz kaptanın cömertçe bilgi paylaşmaya hazır tutumunu takdirle karşılıyor. Aynı kılavuz kaptan geminin Parana liman kalkışı için de gemiye geliyor ve yolcu ile yine sohbet ediyorlar. Hatta kılavuz kaptan tatillerini geçirdiği anne babasının Uruguay’daki evlerinin adresini de bir kâğıda yazıp veriyor ve yolcunun istediği zaman onlarda kalabileceğini söylüyor. O gün doğum günü olması sebebiyle de yazar bunu Arjantinli kılavuz kaptandan kendisine güzel bir doğum günü hediyesi olarak kabul ediyor.
Kılavuz kaptanlar ile ilgili olarak yazarın olumlu yorumlarını okuduğumda rahmetli beybabamız Kaptan Altay Altuğ’un “Kılavuz kaptan bir ülkenin denizlerdeki ilk ve en önemli temsilcisidir” sözünü tekrar anımsıyorum.
Kitabın içerisinde altını çizdiğim bölümler ve aldığım notlar ise şu şekildedir:
-Yazar, eski denizciler için büyük salgınların en hayati tehlike olsa bile günümüzde denizciler için önemli sağlık sorununun otomasyon kaynaklı oluşan hareketsizlik olduğunu savunmaktadır. Eski zamanlarda olduğu gibi ne iplere asılıp yelken direklerine tırmanan denizciler, ne de ağır yükler taşıyan ve buhar kazanının altında küreklerle kömür atan denizcilerin kalmadığını ve hatta dümenin bile otomatik olduğunu belirtmektedir.
-Yazar geminin eski olması ve yaşam şartlarının zayıf olması ile çalışan mürettebatın eski Doğu bloku bir ülkeden olması arasında bağlantı kuruyor ve Batı’da personelin böylesine hurda bir gemide bu şartlarda çalışmayı kabul etmeyeceğini öngörüyor.
-Yazar dışarı çıkabildiği limanlarda yemek yenebilecek ve internet haberleşmesi yapılabilecek uygun yerlere ulaşmakta zorluklar yaşamaktadır. Yolculuğun uzaması ve belirsizlik son zamanlarda yazar üzerinde bezginlik yaratıyor ve sanki bir hapishanede olduğu duygusuna kapılıyor. Yürümeyi, yüzmeyi ve kalabalığa karışıp, farklı insanlar görmeyi ve konuşmayı özlediğini belirtiyor. Yaşadıkları karşısında empati yaparak uzun kontrat süreleri boyunca sevdiklerinden ve ülkelerinde uzak kalan denizcilerin ne kadar zor şartlar altında çalışmak zorunda olduklarını ve bir nevi dünyadan kopuk yaşamak zorunda kaldıklarını belirtiyor.
-Deniz araçları ve gemilere yoğun ilgisi olan yazarın yapmış olduğu şu tespite katılmadan edemeyeceğim: “Son zamanlarda zaten gemi estetiği olan ve aerodinamik kurallara göre yapılmış pek bir gemi görmek mümkün değil. Her biri en fazla nasıl konteyner ya da araba taşıyabilir kaygısıyla yapılmış. Belirli bir genel gemi inşa tekniği kalmadı”. Yazar gemilere verilen farklı ve ilginç isimlere de değiniyor ve bazılarının bir gemiye hiç yakışmayan isimler olduğunu düşünüyor.
-Yazarın gemideki yemekler ile ilgisini çeken gözlemlerinden birisi her yemeğe çorba ile başlanması, yemeklerin genellikle bol ve çeşitli olması ile personelin çok ve çabuk acıkan insanlar olmasıdır. Ayrıca yazarın gözlemlerinden okyanus aşırı sefer yapan bu gemide kumanya stokunun uzun ve belirsiz sefer programı göz önünde bulundurulmadan planlandığını yani yetersiz olduğunu anlayabiliyoruz. Yazarın “koskoca şirket birkaç kilo meyveyi iki üç kuruş daha ucuza satın almanın hesabını yapıyor ve gemidekileri bir ay boyunca buruşmuş elmaya ve suyu kurumuş portakala talim ettiriyor” tespitini de atlamamak gerekiyor.
-Atlas Okyanusu geçişi sonrasında ilk kez kara gözüktüğünde yazar farklı ve tarifini sadece uzunca süre denizde kalan insanların yapabileceği şekilde tekrar karaya dönme isteğinin bastırıldığını ve garip bir korkuya kapıldığını hissediyor. Bir nevi kendisinin tekrardan kara tutmasından korkuyor.
-Brezilya’nın Vitoria limanından kalktıktan sonra yazar, geminin Bulgar kaptanına “İstanbul Boğazı mı daha zor, Vitoria mi?” şeklinde bir soru yöneltiyor. Kaptanının cevabını aynen paylaşmak istiyorum: “Boğaz’dan geçiş çok daha güç. Vitoria’da her şeyden önce kılavuz kaptan almak zorunlu. Boğaz’da o yok. Şirketler para harcamamak için kılavuz kaptan almak istemiyorlar, sen geçersin orayı deyiveriyorlar. Ama hem trafik çift yönlü orada hem de irili ufaklı yığınla tekne dolu ortalık, özellikle Galata yakınlarında. Hem alttan hem üstten ters yönde akıntı var Boğaz’da. Üstüne de 90 derecelik dönüşler. Boğaz geçişi en stresli, en zorlayıcı olanı”. Buradan Türk Boğazlarının emniyeti açısından aslında mecburi kılavuzluğun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulayabiliriz. Ayrıca bazı armatör firmaların kaptanları ticari baskı altına alarak kılavuzsuz geçmeleri konusunda zorladıklarını veya seçim şansı bırakmadıklarını da söyleyebiliriz. Yazar da bölüm sonunda bu konuya değiniyor ve “Thalassa” isimli program için hazırlamış oldukları “Boğaz’da Tehlike” isimli belgeselin, Türk Boğazları ile ilgili emniyet üzerine lobi faaliyetleri kapsamında yeterli kadar faydalanılamadığı konusunda eleştirisini yapıyor.
Kişisel arşiv
Yazar yapmış olduğu tüm yorum ve çıkarımları ile ilgili olarak şu düşüncesini de vurgulamadan kitabını bitirmiyor: “Aslında kısa sayılacak tek bir yolculukla bu insanların ruh halini, duygu ve düşüncelerini anlamak olanaksız. Hele ki hizmet alan ve çalışmayan bir yolcu olarak”.
Yazımı kitap içerisinden şu alıntı ile tamamlamak istiyorum: “Neden Kristof Kolomb oturduğu yerde rahat rahat Cenova ve diğer bildik Akdeniz limanları arasında kaptanlıkla yetinebilecekken kalkıp bilinmeyene doğru yelken açtı? Onu iten bir tutku, bir merak yüzünden. Korkusundan daha güçlü bir merak” …
Mustafa Sökükcü
Kılavuz Kaptan
mustafasokukcu@yahoo.com
Yorumlar 4
Kalan Karakter:
Bulgar'dan ne beklersin ki? Maksimum doğu avrupalı suratı işte.
Kalan Karakter: 1000
Çok güzel bir yazı Mustafa abi, kalemine sağlık
Kalan Karakter: 1000
Hayırlı olsun kitabımız süvari bey başarılar dilerim
Kalan Karakter: 1000
Tebrik ederim güzel bir yazı dizisi olmuş Mustafa bey
Kalan Karakter: 1000