İkinci mühendis olarak görev yaptığım gemide, Baltık Denizi’nde beklenmedik bir fırtınaya yakalandık.
Ambarımız ağzına kadar dökme yükle doluydu. Üstüne ise kalın tik ağacı kalasları istiflenmişti. Deniz bir anda öfkelendi, gemi sağa sola savrulmaya başladı. Geminin başı her büyük dalgaya saplanıp battıkça, kıç kısmındaki pervane havaya çıkıyor ve makinenin devri kontrolsüzce yükseliyordu. O sırada ana makinenin başında gavornor görevini ben üstlenmiştim. Her defasında gaz kolunu hızla sıfıra çekip makinenin kendini parçalayacak şekilde hızlanmasını önlüyordum.
Dalgaların şiddeti arttıkça makine daha çok sarsılıyor, hava kulerindeki borular titreşimin ve ani yüklenmenin etkisiyle çatlamaya başladı. Çatlaklardan içeriye sızan tuzlu su, hızla makineye doğru ilerliyordu. İşte o an, tüm mürettebatın içini aynı korku kapladı: Ana makinenin durması demek, geminin denizin dibine gitmesi demekti.
Bu tehlikeli durumu anlatmak için Baş Mühendis’in yanına koştum, nefes nefese:
– Abi, kaptana söyle lütfen, gemiyi bir şekilde çevirsin! Makine çok su almaya başladı. Eğer makine kendiliğinden durursa bir daha çalıştıramayız. Hepimiz denizin dibini boylarız!
Baş Mühendis bana anlayışla baktı, “Tamam kardeşim, söylerim,” dedi ama rota hâlâ değişmiyordu. Çok geçmeden anladım ki Baş Mühendis durumu kaptana iletmekten çekiniyordu. Gemide kaptanın kurduğu katı otorite, Baş Mühendis’in açıkça konuşmasını engelliyordu. Bu aslında ciddi bir sorundu, çünkü açık iletişim eksikliği (Just Culture), denizde faciaya yol açabilirdi.
Artık dayanamadım. Ana makinenin gaz kolunu üçüncü mühendise devredip, kendimi köprü üstüne attım. Kaptanın karşısına çıktığımda, yağmur pencereye kamçı gibi vuruyordu. Durumu tane tane anlattım:
– Süvari bey, makine ağır hasar görüyor. Birkaç saate kalmaz kendiliğinden durur. O zaman elimiz kolumuz bağlanır. Acilen rotayı değiştirmeliyiz!
Kaptan çaresiz bir tavırla omuzlarını silkti:
– Ne yapalım, dalgaların, rüzgârın nereden estiği bile belli değil! Nereye gidebiliriz ki?
Hemen haritayı önüne açıp, yakındaki kayalıkları işaret ettim:
– Bak kaptan, gemiyi şu kayalıklara doğru sür. Orada dalgaların şiddeti kırılır, biraz korunaklı bir yere demir atabiliriz. Hepimiz kurtulamasak bile birkaçımız sağ kalır. Sana söz, eğer makineyi ben durdurursam onu tekrar çalıştırıp limana kadar götürürüm. Ama makine kendi durursa hiçbir şey yapamam!
Kaptan uzun uzun sustu. Sonunda başını hafifçe sallayıp kabul etti. İki saat içinde geminin pruvasını güç bela kayalara çevirdi. Dalgalar hâlâ sertti ama biz, kayalık ada parçalarının arasına girince biraz nefes aldık. Kaptan hemen demir attırdı. Gemideki herkes derin bir nefes çekti ciğerlerine.
Hemen makine dairesine indim. Ana makineyi detaylıca kontrol ettik: Üç silindir ağır hasar görmüştü. Borulardan giren deniz suyu yağ sistemini bozmuştu. Makine personeli zaten dört aydır maaşlarını alamadıkları için patlama noktasındaydı. Herkes gergin ve yorgundu. Ama onları teskin etmek zorundaydım:
– Arkadaşlar, biliyorum hakkımız yendi, biliyorum ödemelerimiz yapılmadı, ama burada birlikte ayakta kalmalıyız. Bu makineyi çalıştırmazsak kimse sağ çıkamaz buradan. Gücümüzü birleştirelim, şu işi bitirelim, limana varınca hakkımızı söke söke alacağız!
Günlerce uykusuz, aç, bitkin şekilde çalıştık. Geçici çözümlerle makineyi tekrar devreye aldık. Sonunda yola çıkıp, varış limanına sağ salim ulaştık.
Gemiden ayrılma vakti geldiğinde içimde buruk bir rahatlama vardı. Fakat hayat, denizciler için bazen karada da fırtına demekmiş; şirket yetkilileri, gemiyi terk ettiğim gerekçesiyle bir maaşımı, hak ettiğim ikramiyeyi ve hatta evime dönüş uçak biletimi bile vermedi. Oysa ben gemiyi değil, ölüm tehlikesini terk etmiştim.
Yüzü köpükler içinde kalan o gemiyi kurtarmıştık. Fakat anladım ki, insan emeğine olan saygıyı ve adaleti batıranlar hâlâ dümen başındaysa, en büyük fırtına belki de henüz dinmedi. Denizde gemi kurtarılır, arızalar giderilir, borular tamir edilir ama adaletsizlik bir kez başladığında onun çatlakları kolay kolay kapanmazmış. İnsan hak ettiğini alamayınca, denizin o büyük dalgalarından daha beter boğuluyor.
Belki o gemiyi kurtarmak için verdiğim mücadeleyi kimse bilmeyecek, ama bu satırları okuyanlar unutmasın ki, her geminin makine dairesinde sessiz sedasız mücadele eden mühendislerin, güvertede canını ortaya koyan tayfaların, köprü üstünde karar vermeye çalışan kaptanların emeği vardır. Emeğin karşılığı verilmediğinde ise, gemiyi kurtarmak yetmez.
Denizin öfkesi diner, fırtına geçer, limana varırsın; fakat karada vicdanların yarattığı fırtına dinmezse, işte asıl o zaman hepimiz suların derinliklerinde kaybolmuşuz demektir.
Yorumlar
Kalan Karakter: