Ekime hazan,hazana hüzün yakışır.   Bu sabah çok erken uyandım. Geceden yağmış bir yağmurun ıslak serinliği vardı etrafta. Balkona çıktım, yeni bir gün doğuyordu. Her defasında yeni, her defasında tazeydi doğan gün. Her defasında da kuşlar ötüyor

Ekime hazan,hazana hüzün yakışır.

 

Bu sabah çok erken uyandım. Geceden yağmış bir yağmurun ıslak serinliği vardı etrafta.

Balkona çıktım, yeni bir gün doğuyordu. Her defasında yeni, her defasında tazeydi doğan gün. Her defasında da kuşlar ötüyordu.

Hareketsiz bir şekilde oturarak kendimi dinledim. Kanatlanmış gibi hızla akıp giden bir yaşam ve sessizliğin derinliğinde bir yalnızlık yarasıydı hissettiklerim.

Bir de özlem… 

Şu sıralarda, hareketli ve üretken günlerimi özlüyorum. Yaşam önde, biz peşinde koştuğumuz dönemleri. Sürekli bir şeyler kaçırıyormuşçasına telaşlı yaşamayı, yağmur altında ıslandığım günleri, deniz kokusunu özlüyorum.

Çılgınca kabarıp köpüren dalgaları, yaşamın çığlığı gibi yankılanan rüzgârları, alınan fırtına ihbarı ile eksik bir şeyler yapıp yapmadığımızın telaşını özlüyorum.

Özlerken de hüzünleniyorum…

Ne demişler eskiler;

“Ekime hazan, hazana da hüzün yakışır”.

Eee, bu yaşta ve bu mevsimde, huzura giden yol da hüzünden geçer.

Önce elde edemediklerine hüzünlenirsin, sonra da zamanın ne çabuk geçtiğine. Gün gelip geriye baktığında ise, tekdüze sürdürülmüş bir yaşamında, hüznünden başka bir şey bulmanın mümkün olmadığını görürsün.

 

Gitmek istiyorum bir yerlere.

Uzaklara.

Asırlık gövdeleriyle bir şeyler anlatmak isteyen zeytin ağaçlarının boy verdiği deniz kıyılarına.

Gidiyorum gitmesine de, çok kalamıyorum!

Aktif çalışma hayatına son veren insanı, evi kendine çekiyor sanki. Çalışma hayatı boyunca taşıdığı coşkulu edadan sıyrılıp, kendi kabuğuna dönüş yapan salyangoz misali, içine kapanmayı seviyor insan o döneminde.

Neden acaba? Neden içine kapanır insan?

Hüznü kendine yakıştıran bir adamın coşkuyu hissetmesi zordur da ondan mı?

Yoksa hayatının sonbaharında, ilkbaharı kucaklarken, gayri ihtiyari “Acaba kaç tane daha ilkbahar göreceğim?” diye hesap yaptığın için mi?

 

Yaklaşık 40 yıldır aynı mesleğin içindeyim.

Bir işe yaramaya çalışılan epey uzun bir süre.

Bir ömür...

Hep kendini ispat duygusu, hep adam yerine koyulma arzusu. Çalışmamı beğensinler, ismim camiada bilinsin, ciddiye alsınlar.

Bir de aman kovulmayayım…

Hayatımda hiçbir şeye, mesleğime olduğum kadar sadık olmadım. Bununla da gurur duyuyorum. Heyecanımın azaldığını hissettiğim an, yine mesleğime duyduğum saygıdan, “tamam” dedim. “Buraya kadar!..”

40 yıllık bir hizmetten sonra ne ister insan?

Devletin sağladığı olanaklarla yaşam kalitesi çok değişmeden, ailesi ve özellikle de dünya tatlısı torunlarıyla birlikte sakin bir hayatın keyfini çıkarmak ister, değil mi?

Ne yazık ki, Türkiye’de bunun mümkün olamadığını, ancak şimdi, bu kadar geç vakitte öğrenebildim.

Bu kadar yıl, yöneticilik kazancıyla yaşamını şekillendirdikten sonra, devletin sana uygun gördüğü on kat daha düşük maaşla yaşamak zorunda kalındığında, değişmek de kaçınılmaz oluyor. Büyük bir sitede otururken sıradan bir apartmanın üçüncü katına geçen bir aile, yaşamını değiştirmek zorunda kalıyor elbette. Arabasına binip işe gitmekle, otobüse binip para yatırmaya gitmek arasında yaşamsal olduğu kadar kültürel bir fark da oluşmaya başlıyor ister istemez.

Eski olanaklarına asla kavuşamayacağını bilen insan, terk edilmişliğin orta yerinde, gecenin ayazında, sokak lambasının ışığında titreyen sahipsiz kedi yavrusu gibi hissediyor kendini.

Sahipsiz bırakılmanın anlamını da, yalnızlığı da öğreniyor.

Fırsat bulduğunda yıldızlarla konuşup, yalnızlığın, hüznün, acının resmini çiziyor.

Bir de oy kullanıyor seçimden seçime.

O kadar…

Unutulup gidiyor…

 

Bu zorunlu değişen yaşam koşulu, “aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demeden, hayatı boyunca doğruları söylemenin, doğruları savunmanın, dürüst olmanın, kimsenin beş kuruşunda gözü olmadan çalışmanın bedelimi? diye düşünmeden edemiyor insan.

Hayat beni yetiştirdi, değiştirdi. Hayatı kolaylaştırmadı belki ama dünyayı anlamama yardım etti. Adaletin yerini bulduğunu görmenin sadece Tanrı’ya ait bir zevk olduğunu öğretti.

 

Tüm bu koşullara rağmen, yine de doğan günden, küçük de olsa beklediğim bir şeyler var benim. Bir gün kuşlar sabah bensiz ötene kadar da beklediğim bir şeyler olacak ve beklediğim bir şeyler olduğu sürece de yaşlanmayacağım.

Yaşlanmak beklemekten vazgeçmektir. Sabahın yeni bir şey olduğuna inanmamaktır yaşlanmak…

80 küsur yaşında düşüp kalça kemiğini kıran annem, haklı olarak biraz yakındıktan sonra iç geçirip “Oğlum yaşamak yine de güzel” diyebiliyorsa anlıyorum ki;

“Yaşamak ne güzel şey,

Anlayarak, bir usta kitap gibi,

Bir sevda şarkısı gibi,

Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak…” (Nazım Hikmet)