Bugün, deniz hukuku—özellikle masum geçiş rejimi—ile uluslararası insan hakları hukuku arasındaki etkileşimi değerlendirmek için uygun bir zamandır.
Bugün, 10 Aralık, uluslararası hukuk açısından önemli bir gündür. İlk olarak, 10 Aralık 1982'de Jamaika'nın Montego Bay şehrinde Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) kabul edilmiştir. Bu sözleşme, kıyı devletlerinin kendi kıyıları açıklarındaki sularda yetki iddiaları ile bayrak devletlerinin bu sularda serbestçe seyir hakkı arasındaki hassas dengeyi düzenleyen masum geçiş rejimini (UNCLOS Madde 17 ve devamı) kodifiye eder ve sağlamlaştırır. İkinci olarak, 10 Aralık her yıl İnsan Hakları Günü olarak kutlanmaktadır; bu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948’de Paris’te İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni (UDHR) ilan etmesini anmaktadır. UDHR’nin 2. Maddesi, “Herkesin bu Beyanname’de yer alan tüm haklardan ve özgürlüklerden hiçbir ayrım gözetilmeksizin yararlanma hakkına sahip olduğunu” ifade eder. Bu, denizde bulunan insanların da karadaki insanlar gibi insan haklarından yararlanması gerektiği anlamına gelir. Ancak ticaret gemileri, balıkçı tekneleri ve hatta yolcu gemilerindeki insanlar, sıklıkla en temel haklarının ağır bir şekilde ihlal edilmesine maruz kalmaktadır.
Dolayısıyla, bugün, deniz hukuku—özellikle masum geçiş rejimi—ile uluslararası insan hakları hukuku arasındaki etkileşimi düşünmek için uygun bir zamandır. Bu bağlamda, bu yazı, UNCLOS’un belirli durumlarda kıyı devletine, bir geminin geçişini masum olmayan hale getiren gemi içindeki kişilerin haklarının ihlaline dayanarak yabancı bayraklı bir gemiye karşı harekete geçme yetkisi verip vermediği sorusunu ele alır. Eğer bir gemi masum olmayan geçiş halindeyse, kıyı devleti bu gemi üzerinde tam yasama ve yürütme yetkisine sahip olur ve gemiyi kendi yasa ve prosedürlerine tabi tutabilir. Diğer bir deyişle, yabancı bayraklı gemi, kıyı devleti yetkilerinden korunma zırhını kaybeder.
Analize geçmeden önce bir uyarıda bulunmak gerekir. Bu yazı, cevaplardan çok sorular soracaktır. En az üç nedenle kesin cevaplar vermek şimdilik imkansız görünmektedir: Birincisi, UNCLOS’un masum geçiş rejimine ilişkin hükümleri bir dizi belirsizlik taşımakta ve tartışmalıdır. İkincisi, denizde insan hakları kavramı son yıllarda kabul görse de, hala tam anlamıyla yerleşmiş değildir. Üçüncüsü, kıyı devletinin karasularındaki yetkisi ile uluslararası insan hakları hukuku arasındaki etkileşim hakkında çok az doktrin ve daha da az devlet pratiği bulunmaktadır. Bu yazı, bu büyük ölçüde keşfedilmemiş alanları birlikte keşfetmek için bir davettir.
Masum geçiş, UNCLOS’un 19. Maddesi uyarınca tanımlanmıştır. Bu hüküm, geminin geçişinin masum olup olmadığını değerlendirirken gemi içindeki kişilerin haklarının ihlallerini dikkate almak için en az üç yol sunmaktadır.
Birinci Yol: UNCLOS Madde 19(2)(l) (‘geçişle doğrudan bağlantısı olmayan herhangi bir faaliyet’)
İlk yol, geminin ‘geçişle doğrudan bağlantısı olmayan herhangi bir faaliyet’te bulunmasının geçişi masum olmayan hale getirdiğini belirten UNCLOS Madde 19(2)(l)’dir.
Bu hüküm, geçişi masum olmayan hale getiren 12 faaliyetten oluşan bir listenin son maddesidir—bu liste, masum olmayan geçiş değerlendirmesindeki öznel unsurları azaltmayı amaçlamıştır. Ancak bazıları bu hükmü ‘her şeyi kapsayan bir madde’ olarak tanımlayarak değerlendirmeyi daha nesnel hale getirme fikrine zarar verdiğini belirtmektedir. Yine de, bu maddenin hak ihlallerini kapsayıp kapsamadığı açık değildir.
Birincisi, kişilerin işlediği hak ihlallerinin bu madde kapsamı dışında kalabileceği öne sürülmüştür, çünkü UNCLOS Madde 19(2)(l)’nin geminin davranışına, kişilerin davranışından ziyade, atıfta bulunduğu iddia edilmiştir. Bu argüman, UNCLOS’un çeşitli hükümlerinin suç gibi insan eylemleriyle doğrudan ilgili olduğu durumlarda bile ‘gemilerden’ bahsettiği dikkate alınarak çürütülebilir (bkz. UNCLOS Madde 108).
İkincisi, ‘geçişle doğrudan bağlantısı olmayan herhangi bir faaliyet’ ifadesinin yalnızca dışsal olarak ortaya çıkan davranışları kapsadığı öne sürülmüştür. Ancak geminin davranışı ile gemideki kişilerin davranışı ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğundan, dışsal ve içsel davranışlar arasında ayrım yapmak oldukça yapay görünmektedir. Örneğin, (yasadışı) balıkçılıkla uğraşan bir gemi, ancak zorla çalıştırılan mürettebatın varlığı sayesinde bu faaliyeti gerçekleştirebilir.
Üçüncüsü, masum geçiş rejiminin ruhuna aykırı olmamak için, listelenen faaliyetlerin belirli bir ciddiyet seviyesine ulaşması gerektiği dikkate alınmalıdır. Bu, sadece masum geçiş kavramında bayrak ve kıyı devleti haklarının dengelenmesi fikrinden değil, aynı zamanda UNCLOS Madde 19(2)’nin başında belirtilen, listelenen faaliyetlerin kıyı devletinin barış, düzen veya güvenliğine zarar verici olarak kabul edildiği ifadesinden de kaynaklanmaktadır. Natalie Klein’in yakın zamanda yazdığı gibi, ‘İnsan hakları ihlalleri genellikle geçişle doğrudan bağlantılı eylemler olarak değerlendirilmez’ ifadesi doğru olsa da, maddenin bağlamsal bir yorumu yalnızca belirli bir eşiği aşan hak ihlallerinin geçişi masum olmayan hale getirdiğini göstermektedir.
Bu eşik meselesi, masum geçişin anlamına hak temelli hususları entegre etmek için ikinci olası yol olan UNCLOS Madde 19(1)’in birinci cümlesi bağlamında incelenecektir.
UNCLOS Madde 19(1) İkinci Yol: (‘Kıyı devletinin barışı, iyi düzeni veya güvenliğine zarar vermemek’)
UNCLOS Madde 19(1)’in ilk cümlesine göre, “Geçiş, kıyı devletinin barışı, iyi düzeni veya güvenliğine zarar vermediği sürece masumdur.” Bu hükmün çeşitli yönleri, akademik tartışmalarda tartışmalı kalmıştır. Bu tartışmalardan biri, geminin 2. paragrafta listelenen faaliyetlerden hiçbirine katılmaması durumunda dahi, kıyı devletinin yalnızca bu cümleye dayanarak geminin masum olmayan geçiş yaptığına karar verme yetkisine sahip olup olmadığıdır. Bu yazının amaçları doğrultusunda, UNCLOS Madde 19(1)’in bağımsız bir anlamı olduğu varsayılmaktadır. Dolayısıyla, “barış”, “iyi düzen” ve “güvenlik” terimlerinin neyi kapsadığını belirlemek gereklidir. Bu terimler oldukça geniş olduğu için, onları olumlu olarak tanımlamak yerine, neyi kapsamadıklarını belirterek olumsuz olarak tanımlamak daha kolaydır.
Dışlama yoluyla, örneğin pasif faktörlerin kıyı devletinin barışı, iyi düzeni ve güvenliğine zarar veren eylemler oluşturmadığı ileri sürülmüştür. Bu, hak ihlallerinin ihmaller yoluyla gerçekleşmesi durumunda bu tür ihlallerin geçişi masum olmayan hale getiren faaliyetler olarak değerlendirilemeyeceği iddiasına yol açabilir. Ancak, doktrinde genellikle bahsedilen “pasif faktörler” (örneğin yükün niteliği veya geminin durumu) eyleme dönüşmeyen koşul ve durumları ifade etmektedir. Bu bağlamda, ihlallerin ihmaller yoluyla gerçekleşmesi, eylemlerin bir türü olduğu için pasif faktörler olarak değerlendirilemez.
Daha başka bağlamlarda, kıyı devletinin masum geçiş bağlamında yalnızca kendi çıkarlarını koruma hakkına sahip olduğu, diğer devletlerin veya uluslararası toplumun çıkarlarını koruma hakkına sahip olmadığı iddia edilmiştir. Ancak ihlal edilen yükümlülüğün erga omnes niteliğinde olması durumunda bu argüman geçersiz kılınabilir. Uluslararası Adalet Divanı (UAD), 5 Şubat 1970 tarihli Barcelona Traction kararında, bazı uluslararası hukuk yükümlülüklerinin “bütün uluslararası topluma karşı” doğduğunu ve bu yükümlülüklerin doğası gereği “tüm devletlerin çıkarına” olduğunu ifade etmiştir (paragraf 33). “İlgili hakların önemi göz önüne alındığında, tüm devletlerin bu hakların korunmasında hukuki bir çıkarı olduğu kabul edilir; bu yükümlülükler erga omnes niteliğindedir” (paragraf 33). Bu bağlamda, UAD’nin “insanın temel hakları ile ilgili ilkeler ve kurallar, kölelikten korunma dahil” ifadelerini erga omnes yükümlülükleri arasında değerlendirdiğini görmek ilginçtir (paragraf 34). Sonuç olarak, gemideki kişilerin temel haklarının ihlali durumunda, kıyı devletinin çıkarları ile uluslararası toplumun çıkarları örtüşür.
Bir yükümlülüğün erga omnes niteliği, toplumun çıkarlarının korunmasının masum olmayan geçiş değerlendirmesine dahil edilmesi gerektiği argümanını geçersiz kılabilir. Ancak, yabancı bayraklı bir gemideki kişilerin haklarının ihlali sonucunda geçişin kıyı devletinin barışı ve düzenine zarar verdiğini değerlendirmek için hangi eşik düzeyine ulaşılması gerektiğini belirleme gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Hak ihlallerinin ağırlık ve şiddeti açısından geniş bir yelpazede olabileceği göz önüne alındığında, bu durum özellikle önemlidir. Örneğin, soğuk algınlığına yakalanan bir gemi mürettebatının tıbbi tedaviden mahrum bırakılması durumu ile bir çocuğun balıkçı teknelerine kandırılarak götürülmesi, zorla çalıştırılması ve uykusuzluk ile açlık nedeniyle performans göstermesi için uyuşturucu verilmesi durumu arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Bu da, hangi tür hak ihlalinin geminin geçişini masum olmayan hale getireceği sorusunu gündeme getirmektedir.
Argüman olarak, yükümlülüğün ius cogens niteliği bir kriter sağlayabilir. Ancak, zorlayıcı normların kapsamı açıkça tanımlanmış değildir. Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun 2022 tarihli Genel Uluslararası Hukukun Zorlayıcı Normlarının (ius cogens) Tanımlanması ve Hukuki Sonuçlarına İlişkin Taslak Sonuçlarında, kölelik ve işkence yasağı gibi normlar belirtilmiştir (Bkz. Sonuç 23 ve Ek). Ancak, bu normların kapsamına girebilecek denizcilik uygulamaları (örneğin, modern kölelik veya kölelik benzeri koşullar) üzerinde henüz fikir birliği bulunmamaktadır.
Burada daha fazla detaya girmeden, hak ihlallerini değerlendirme konusunda UNCLOS Madde 19(1)’in ikinci cümlesinin sağladığı üçüncü yola geçiyoruz.
UNCLOS Madde 19(1) Üçüncü Yol: (‘Geçiş, diğer uluslararası hukuk kuralları ile uyum içinde gerçekleşmelidir’)
UNCLOS Madde 19(1)’in bu kısmı, “Geçiş, bu Sözleşme ve diğer uluslararası hukuk kuralları ile uyum içinde gerçekleşmelidir” ifadesini içerir. “Diğer uluslararası hukuk kuralları” ifadesinin anlamı tartışmalıdır.
Bazıları, bu ifadeyi, uluslararası insan hakları hukuku gibi diğer uluslararası hukuk kurallarının sadece UNCLOS’un masumiyet kavramının yorumlanmasında dikkate alınmasını gerektiren bir referans olarak görmektedir. Bu tür bir sistematik entegrasyon, kıyı ve bayrak devleti çıkarları arasındaki hassas dengeyi sağlarken denizdeki insanları koruma normlarını dikkate alma alanı yaratır.
Diğerleri ise bu hükmü daha geniş yorumlamaktadır. Bu görüşe göre, masumiyet UNCLOS ile sınırlı bir kriter değildir; diğer uluslararası hukuk kuralları da geçiş hakkını kontrol edebilir. Bu yorum, uluslararası insan hakları hukukunun normlarını masumiyet değerlendirmesine dahil etmek için daha fazla alan yaratır.
Sonuç olarak, UNCLOS Madde 19, gemi geçişinin masum olup olmadığını değerlendirirken gemideki kişilerin haklarının ihlallerini dikkate almak için en az üç yol sunar. Ancak, denizdeki kişilerin korunmasının masum geçiş değerlendirmesinde dikkate alınması gerektiği fikrini kabul edip etmediğimiz ve UNCLOS’un kıyı ve bayrak devletleri arasındaki dengeyi bozmadan bu korumayı ne ölçüde sağlayacağımız, UNCLOS Madde 19’un farklı yorumlarına bağlıdır.
Deniz Hukuku Kapsamında Yetki Kullanımının İzin Verici Niteliği
Deniz hukuku kapsamında yetki kullanımı izin verici bir nitelik taşır, zorunlu değildir. Bu, kıyı devletine yetki verir ancak bu yetkiyi kullanmayı zorunlu kılmaz. Bu durum, UNCLOS Madde 25(1)’de belirtilmiştir: “Kıyı devleti, masum olmayan geçişleri önlemek için karasularında gerekli adımları atabilir” (vurgu eklenmiştir). Buradaki “atabilir” ifadesi, kıyı devletinin masum olmayan bir gemiye karşı hiçbir eylemde bulunmamayı seçme opsiyonuna sahip olduğunu gösterir. Eğer eyleme geçmeye karar verirse, UNCLOS Madde 25’teki “geçişi önlemek” ifadesi, yorumcuların çoğu tarafından kıyı devletine iki seçenek sunduğu şeklinde okunur: ya gemiyi kendi yasa ve prosedürlerine tabi tutarak yetkisini kullanmak ya da gemiyi karasularından ihraç etmek.
Kıyı devletinin hiçbir eylemde bulunmamayı veya yalnızca gemiyi karasularından çıkarmayı tercih etmesi durumunda, gemideki insanların haklarının ihlali ve ilgili suçların başka birinin ya da hiçbir tarafın sorunu haline gelebileceği konusunda endişeler dile getirilmiştir. Başka bir deyişle, bir cezasızlık boşluğu oluşabilir.
Bu bağlamda, bazı yorumcular, uluslararası hukukun diğer kurallarının belirli durumlarda kıyı devletini masum olmayan bir gemi üzerindeki yetkisini kullanmaya zorlayabileceğini öne sürmüşlerdir. Bu nedenle, uluslararası insan hakları hukukunun ve/veya sınır ötesi ceza hukukunun deniz hukuku kapsamında yetki kullanımına ilişkin izin verici bir hükmü zorlayıcı bir yükümlülüğe dönüştürme potansiyelini inceleyeceğim.
Uluslararası İnsan Hakları Hukuku Kıyı Devletini Yetkisini Kullanmaya Zorlar mı?
Uluslararası insan hakları hukuku, denizlerde yetki tahsisini etkilemez; yetki tahsisi deniz hukuku kapsamındadır. Ancak, bir devlet deniz hukuku kapsamında yetki sahibi olduğunda (örneğin, masum olmayan bir geçiş yapan bir gemi üzerinde), uluslararası insan hakları hukuku, kıyı devletini bu yetkiyi kullanmaya zorlayabilir.
Bu durum, insan haklarının zorlayıcı niteliğiyle ilgilidir; bu haklar, devletlere belirli durumlarda belirli davranışları gerçekleştirme yükümlülüğü getirir. Irini Papanicolopulu, International Law and the Protection of People at Sea adlı temel eserinde, “Bazı durumlarda, insan hakları hukuku kapsamındaki yükümlülükler, deniz hukuku hükümlerine göre yalnızca takdir yetkisiyle gerçekleştirilebilecek faaliyetlerde bulunmayı devletlere zorunlu kılar” (s. 205) demektedir. Yazar, “Bir devletin deniz hukuku hükmüne göre bir yetkiyi kullanma hakkına sahip olduğu her durumda ve bu yetki bir kişinin hakkını korumak için araçsal olduğunda, o devlet bu tür bir eylemi gerçekleştirme yükümlülüğü altındadır” diye eklemektedir (s. 205). Bu, deniz hukuku ile insan hakları hukukunun ortak bir okumadan doğmaktadır.
Bu durum, uluslararası insan hakları hukuku kapsamında, kıyı devletinin karasularında bulunan özel bayraklı bir gemideki bir ihlal durumunda harekete geçme yükümlülüğü olup olmadığını gündeme getirir. Bu, iki aşamalı bir analiz gerektirir.
İlk Adım: İnsan Hakları Hukukunun Uygulanabilirliği
Bir devletin insan hakları yükümlülükleri, yalnızca bir görev ilişkisi içinde bulunduğu kişilere yöneliktir. Bu durum, örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Madde 1 ve Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi (ICCPR) Madde 2(1)’den kaynaklanır. Kıyı devletinin, masum olmayan bir geçiş yapan gemi üzerinde tam de jure yetkiye sahip olması nedeniyle, insan hakları yükümlülüklerinin uygulanabilirliği tetiklenir.
İkinci Adım: Devletin Harekete Geçme Yükümlülüğü
Ancak, insan haklarının uygulanabilir olması yeterli değildir; devletin belirli bir durumda harekete geçme yükümlülüğünün (pozitif bir yükümlülük) tespit edilmesi gerekir. Bu durum, gemideki ihlalin özel aktörler tarafından işlenmesi nedeniyle açıkça görülebilir değildir. İnsan hakları hukuku, devletlerin yalnızca doğrudan insan hakları ihlallerinin failleri olmaktan öte, aynı zamanda bireyleri özel aktörlerin zararından korumaya yönelik önlemler almasını gerektirir.
Bu pozitif yükümlülükler, genellikle iç hukukta uygun yasaların, özellikle ceza hukukunun çıkarılması ve uygulanmasını içerir. Örneğin, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi (CESCR) Genel Yorum No. 24 (para. 14) ve İşkenceye Karşı Komite (CAT) Genel Yorum No. 2 (para. 18) bu tür yükümlülüklere atıfta bulunur.
Sonuç olarak, uluslararası insan hakları hukuku, kıyı devletine, karasularında bulunan masum olmayan bir gemideki insanları koruma yükümlülüğü getirir. Bu pozitif yükümlülükler, gemiyi kendi yasa ve prosedürlerine tabi kılmayı içerebilir.
Sınır Ötesi Ceza Hukuku Kıyı Devletini Yetkisini Kullanmaya Zorlar mı?
Antonios Tzanakopoulos tarafından yakın zamanda sınır ötesi ceza hukuku bağlamında benzer bir argüman öne sürülmüştür. Daha önce belirtildiği gibi, sınır ötesi ceza hukuku, denizdeki kişilerin korunmasında kritik bir rol oynamaktadır, çünkü gemilerdeki hak ihlalleri sıklıkla sınır ötesi suçların işlenmesinden kaynaklanır veya bu suçlarla yakından ilişkilidir. Bu suçların bastırılması, gemideki kişilerin haklarının ihlallerini önlemek ve sona erdirmek için kilit bir unsurdur.
Sınır ötesi suçların önlenmesi ve bastırılması için temel yasal araçlar bastırma sözleşmeleridir. Milenyumdan sonra, denizcilik alanında önemli olan bir dizi yeni bastırma sözleşmesi yürürlüğe girmiştir. Bunlar arasında Birleşmiş Milletler Sınır Ötesi Örgütlü Suçlara Karşı Sözleşme (UNTOC) ve Kadın ve Çocukların İnsan Ticareti de Dahil Olmak Üzere İnsan Ticareti Suçunun Önlenmesi, Bastırılması ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol bulunmaktadır.
Bastırma sözleşmeleri genellikle taraf devletlerden, sözleşmede tanımlanan suçları ulusal hukukları çerçevesinde suç olarak tanımlamalarını, yani yasama yetkilerini kullanmalarını talep eder. Ayrıca, genelde taraf devletlere kendi topraklarında bulunan şüphelileri ya iade etmeleri ya da yargılamaları gerektiğine dair bir yükümlülük getirirler. Bunun yanı sıra, bazı sözleşmeler taraf devletlere, örneğin insan ticareti mağduru olan kişileri koruma ve saygı gösterme yükümlülüğü de yükler.
Bu argüman, uluslararası insan hakları hukuku bağlamında yapılan argümana oldukça benzerdir. Sınır ötesi ceza hukuku sözleşmeleri, kıyı devletine yabancı bayraklı gemiler üzerinde doğrudan bir yetki vermez. Ancak, deniz hukuku kıyı devletine yetki tahsis etmişse, sınır ötesi ceza hukuku yükümlülükleri devreye girer. Bu sözleşmeler, kıyı devletini belirli davranışları suç olarak tanımlayarak yasama yetkisini kullanmaya ve şüpheliyi ya yargılama ya da iade etme yoluyla yürütme yetkisini kullanmaya zorlar. Dolayısıyla, kıyı devleti, masum olmayan gemiyi yasa ve prosedürlerine tabi tutmak zorundadır. Kıyı devletinin, gemiyi yalnızca sınır dışı etme veya pasif kalma seçeneği, deniz hukuku yalnızca kendi başına okunduğunda geçerli olsa da, sınır ötesi ceza hukuku bu yetkiyi bir yükümlülüğe dönüştürür.
Sonuç
UNCLOS’un üç on yıl önce yürürlüğe girmesinden bu yana uluslararası hukuk evrim geçirmiştir. Yeni sözleşmeler kabul edilmiş ve geleneksel olarak kara merkezli bir perspektiften değerlendirilen mevcut hukuk, denizcilik perspektifinden incelenmeye başlanmıştır. Bu durum, uluslararası insan hakları hukuku ve sınır ötesi ceza hukuku için de geçerlidir; özellikle 21. yüzyılda sınır ötesi suçların deniz güvenliğine yönelik birincil tehdit haline gelmesiyle birlikte denizcilik alanında bu hukuk dalları öne çıkmıştır.
Yalnızca hukuk değil, hukukun yorumu da gelişmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünya siyasetinin “hukuksallaşması” ve “yargısallaşması” ile—yeni çok taraflı sözleşmelerin kabulü ve çeşitli uluslararası mahkemelerin kurulmasıyla—uluslararası hukukun parçalanma riski konusunda artan bir farkındalık oluşmuştur. Sistematik entegrasyon, farklı hukuk rejimleri arasında bir uyum sağlamak için ana stratejilerden biri olarak tanımlanmıştır (bkz. ILC Çalışma Grubu Taslak Sonuçları, s. 105). En son olarak, ITLOS, İklim Değişikliği Danışma Görüşü’nde, parçalanmayı önlemek için sistematik entegrasyonun önemini vurgulamış ve “Mahkeme, Sözleşme’nin hükümlerinin ve harici kuralların, mümkün olduğunca tutarlı bir şekilde yorumlanması gerektiği görüşündedir” demiştir (para. 136).
Parçalanmayı ve norm çatışmasını önlemenin yanı sıra, UNCLOS’un masum geçiş rejiminin kıyı devletinin uluslararası insan hakları hukuku ve sınır ötesi ceza hukuku kapsamındaki yükümlülükleriyle birlikte okunması, denizdeki insanların korunmasını güçlendirme potansiyeline sahiptir. Ancak, hala uzun bir yol kat edilmesi gerekmektedir. Bu blog yazısını yazmak, bir karttan ev inşa etmek gibi hissettirdi. Hiçbir unsur tamamen istikrarlı değil—masum geçiş rejimi yorum zorluklarıyla dolu, denizde insan hakları kavramı hâlâ konsolidasyon sürecinde ve sınır ötesi ceza hukuku, masum geçiş ve denizdeki insanların korunmasıyla etkileşiminde nadiren çalışılmıştır. Ancak, gerekli dikkat, özen ve zamanla inşa edilen bir karttan ev bile nihayetinde ayakta durabilir.
Bu blog yazısı, COST (European Cooperation in Science and Technology) tarafından desteklenen COST Action BlueRights, CA23103 kapsamında yapılan çalışmalara dayanmaktadır.