OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN BALTIK DENİZİ’NE AİT DENİZCİLİK STRATEJİSİ
GİRİŞ
Türklerin tarihi araştırıldığında en büyük ve kalıcı uygarlığın Anadolu coğrafyasında meydana geldiği anlaşılmaktadır. Anadolu’daki bin yıllık tarihimizin özellikle sosyal, ekonomik ve siyasi oluşumlar açısından akademik ve analitik biçimde incelenemediğini değerlendirmekteyiz. Malazgirt Zaferi’nden (1071) itibaren Anadolu’da medeniyet kuran Selçuklular’ın devlet ve millet anlayışı, Ortodox Mezhebini savunan Bizans ile Katolik Mezhebini savunan Batı Avrupa’yı Anadolu ve Kudüs’e yöneltmiştir. Haçlı Seferleri’nin Bizans ve Batı Avrupa’ya büyük katıları vardır. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin 1299-1924 tarihlerini içeren yedi asra yaklaşan uygarlığı egemenlik kurduğu üç kıta üzerinde bu günde etkisini devam ettirmektedir. Osmanlı bir taraftan İpek ve Baharat yollarını kontrol edip güvenliğini sağlarken, diğer taraftan da Basra Körfezi-Hazar Denizi-Baltık Denizi ekseni ile Basra Körfezi-Akdeniz eksenindeki deniz ve ticaret yollarını kontrol etmiş güvenliğini sağlamıştır. Bu coğrafyada kurulan hiçbir uygarlığın, böylesine büyük bir sorumluluğu başarı ile yerine getirdiği söylenemez. Bu nedenle –diğer iddiaların aksine- Osmanlı bir deniz imparatorluğu idi ve son derece başarılı bir denizci devlet idi.
Osmanlı’nın bu başarısında insani unsurlara büyük değerler vermiştir. Bir taraftan Bizans’ın Ortodox mezhebini desteklerken diğer taraftan da batı Avrupa’da Protestan mezhebini de desteklemiştir. Bu davranışları ile fethettiği topraklarda 3-4 ve hatta 5 asır kalabilmiştir. Oysa, Napolyon olsun Hitler olsun bu topraklarda çok az bir süre kalabildikleri ve yine bu coğrafyalardaki işgalci anlayışlarından ne büyük zararlar gördükleri bir tarihi gerçektir. Aşağıda anlatmak istediğimiz Osmanlı İmparatorluğu’nun Baltık Denizi politikalarına ait çalışmamızı bu amaçla hazırladık.
-1-
OSMANLI İMPARATORLUĞU VE BALTIK DENİZİ
Anadolu Coğrafyası’ nın temel stratejisi kuzeydeki uygarlığın -Rusya’nın- Akdeniz’e yani sıcak denizlere inmesini engellemek olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu da aynı stratejiyi benimsemiştir. Hatta daha da ileri giderek doğuda Mezopotamya toprakları ile Basra Körfezi’ne batıda ise Akdeniz’in bir alternatifi olarak Atlantik Okyanusu’nu Kafkaslar ve daha ötesi coğrafyalara birleştiren bir terminal durumundaki Baltık Denizi’ne kadar uzanmıştır. Osmanlı Baltık Denizi’ni kontrol etmekle yeni kıtanın (Amerika’nın) keşfi ile birlikte buradan Avrupa’ya akan zenginliklerden yararlanmak istiyordu. Baltık Denizi Asya için Atlantik Okyanusu’na ve dolayısı ile Amerika kıtasına açılan en önemli bir lojistik terminali idi. Osmanlı Akdeniz’de ve özellikle Karadeniz ve Ege Denizi’nde kurduğu egemenlikle Rusya’yı sıcak denizlerden uzak tutmuştur. Bunun yanında Basra Körfezi, Kafkasya, Ukrayna ve Baltık Denizi eksenini de kontrol ederek Rusya’nın Basra ile Hint Okyanusu’ndan ve Baltık ile de Atlantik Okyanusu’ndan yararlanmasını engellemek istemiştir.
Osmanlı Padişahı Muhteşem Süleyman (1520-1566) Bağdat’ı 1534 yılında fethetti. Bu suretle Anadolu’da daha önceki uygarlıkların yapamadığı Mezopotamya ve daha ötedeki Hint Okyanusu’na egemen olunma stratejisi gerçekleştirilmiş oluyordu. Esasen Sultan Süleyman Taht’ a geçişinden itibaren Avrupa’ya yaptığı seferlerle dönemin en güçlü devletleri olan Avusturya ve Almanya’yı kontrol atında tutmak istiyordu. Böylece Karadeniz’in kuzeyindeki ticaret yolları kontrol edilecekti. Bu tarihlerde Hristiyan dininin en büyük mezhebi olan Katoliklere karşı oluşmaya başlayan Protestan mezhebi Orta ve Batı Avrupa’da pek büyük taraftar bulmuştu. Hukuk yerine Teoloji eğitimini seçen Prof. Dr. Martin Luther (1482-1546) Katolik Mezhebi papazlarının dini ticari amaçlara alet etmesine itiraz ederek Tanrı’nın bağışlayıcılığı ve O’nun kulları ile arasına kimsenin giremeyeceği tezlerini savunmuştu. Protestanlık Orta ve Batı Avrupa’da pek çok yandaş bulmuştu. Geçen zaman içinde gelişerek yeni yeni düşünce katkıları paralelinde benzer mezheplerinde doğmasına neden olan Protestan mezhebi Osmanlı İmparatorluğu tarafından da desteklenmişti. Böylece Ortodox mezhebinin koruyuculuğu ile Bizans topraklarında kolaylıkla egemen olan Osmanlı, Protestanlığı da desteklemekle Baltık kıyılarında adını duyuruyordu. Nitekim Sultan Süleyman’ın Viyan Seferi’nde İsveç Kralı kendisine bir heyet göndererek Protestanlığın da desteklenmesini içeren bir dostluk antlaşması teklif etmişti.
2-
Amerika Kıtası’nın keşfi ve buradaki zenginliklerin Avrupa’ya akmaya başlaması ile birlikte Asya Kıtası’nın Atlantik Okyanusu’na açılan en kısa yolu olan Baltık Denizi’nin jeopolitik değeri birden artmıştı. Bu bağlamda olarak bölgedeki üç devlet -İsveç, Polonya ve Rusya- Baltık Denizi’nden yeterince yararlanabilme planları yapmaya başlamıştı. Baltık ülkeleri içinde en geniş toprakları olan İsveç Krallığı idi. Baltık Denizi’ni Hazar Denizi’ne ve Karadeniz’e bağlayan Dinyeper, Dinyester, Don ve Volga üzerindeki ticareti denetim altına alınması İsveç’in en büyük hedefi idi. Zaten varlığı da buna bağlı idi. Diğer taraftan mevcut demir ve bakır madenlerinin deniz yolu ile satılabilme gerçeği İsveç’in Baltık’a egemen olmasını dikte ediyordu. Bu tarihlerde daha kuzeydeki Finlandiya Körfezi’nden yararlanan Rusya giderek, gelişmekte ve artık Baltık Denizi’ne yönelmekte idi. Bu nedenle Rusya İsveç için doğal bir düşman durumunda idi. Bu iki ülkenin 1554-1557 yılları arasında yaptıkları savaşta bir sonuç alınamadı ise de, Rusya’nın Baltık’a inmesi önlenmiş oldu.
Baltık Denizi’nin güney kıyılarına egemen olan Polonya’nın Osmanlı’nın1475’ten Kırım’ı himayesine alması ile doğu ticaret yolları kesildi. Böylece bir anlamda Osmanlı Devleti’nin kontrolüne girdi. Geçen zaman içinde Polonya-Lehistan adıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine geçti. Osmanlı Devleti gerek Kırım Hanlığı’ nın ve gerekse Macaristan’ın komşusu olan ve Rusya’nın her zaman hedefindeki Polonya’yı kuzey ticaret yolları için himayesi altına almıştı. Tarihlerimizde Lehistan (Osmanlı’nın tarafında anlamında) olarak bilinen Polonya’nın kral seçiminde Osmanlı’nın oluru gerekmiştir.
Baltık Denizi’nin jeopolitik değerini en iyi bilen ve bu bölgeyi ele geçirmek için uzun yıllar mücadele veren Rusya’nın kuruluşu Milattan 2 bin yıl öncesine kadar gider. Rusya 1547 yılında IV. Ivan’ın kendini Çar (imparator) ilan etmesi ile Knezlikten çarlığa geçti. Bu tarihten itibaren Baltık Denizi’ne yerleşme ve Baltık-Karadeniz-Hazar Denizi eksenindeki ticaretten yararlanmayı amaçladı. Veya bu eksenden yararlanmak için mücadelelere başladı. Bu bağlamda olarak bir taraftan Karadeniz ve Hazar Denizi kuzeyinde egemenlik kurmak için savaşlar verirken diğer taraftan da Litvanya’da egemenlik kurmak için mücadelelere girişti.(1560) Ama ne var ki Polonya ve İsveç zaman zaman aralarında ittifaklar bile kurarak Rusya’nın bu mücadelelerini boşa çıkaracak onun Baltık Denizi’ne inmesine engel olacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu bu jeopolitik gelişmeleri büyük bir dikkatle izliyordu. Bir taraftan Kırım Hanlığı’nı Moskova Çarlığı üzerine gönderip Tatar Akınları düzenlerken diğer taraftan da İsveç ve Polonya krallıkları ile en güçlü ilişkiler içinde olmayı sürdürüyordu. Bu uğurda Protestan mezhebini bile destekliyordu. Yine bu tarihlerde yeni yeni gelişmeye başlayan İngiltere de Ruslar’ın Baltık’a inmesinin engellemesini desteklemekte idi. Bunun yanında Osmanlı İmparatorluğu’nun çok değerli sadrazamlarından Sokullu Mehmet Paşa 1569 yılında Hazar Denizi’ne dökülen Volga nehri ile Karadeniz’e dökülen Don nehirlerini birleştirmeye karar vermişti. Böylece Hazar Denizi bir taraftan Baltık Denizi’ne, diğer taraftan da Karadeniz’e yani Akdeniz’e bağlanacaktı. Ancak başta Rusya olmak üzere Kırım Hanlığı ve hatta Sokullu’yu çekemeyen Osmanlı vezirleri bu çalışmayı engellediler. Eğer iki nehri birleştirmeyi amaçlayan bu kanal projesi gerçekleşebilse idi Avrupa-Asya ekonomik bağlantısı daha erken sağlanabilirdi.
Osmanlı İmparatorluğu Rusya’nın Baltık’a inmesinin engellenmesi için bölgede en büyük güç olan İsveç ve Polonya ile ittifakını XVIII. Yüzyıl’ın ortalarına kadar devam ettirmiştir. Ancak geçen zaman içinde gelişen Rusya Çarlığı giderek güçlenmekte ve Baltık Denizi’ne inme olasılığı da giderek artmakta idi. Bunu gören Padişah II. Osman (1618-1622) Baltık Denizi’ni İsveç ve Polonya ile birlikte kontrol etmek yerine burada bir egemenlik kurarak hem Rusya’yı -tıpkı Karadeniz’de olduğu gibi- Atlantik Okyanusu’ndan uzak tutmak ve hem de bu denizi ve civarını egemenliği altına almanın gerekli olduğunu düşünmüştü.
Padişah II. Osman Baltık Denizi’nde bir filo oluşturup, Akdeniz’de Cezayir Beylerbeyi emrinde olan ve zaman zaman Akdeniz’in Atlantik girişini de kontrol eden donanma ile bu filoyu birleştirmek istiyordu. Böylece yeni kıta Amerika ile Avrupa arasında giderek artan ve genelde
-3-
Cebelitarık Boğazı ile Baltık Denizi’nde yoğunlaşan deniz ticareti kontrol edilmiş olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu bunu yapabilseydi aynı zamanda Amerika’dan gelen altın ve gümüş madenlerinden de pay alacak, gelişen teknolojiye ayak uyduracak, dolayısı ile İkinci Viyana Seferi olarak bilinen 1683 yılında Avusturya ve O’nun müttefikleri ile yaptığı savaşla başlayan yenilgiler ve parçalanmalar olmayacaktı.
Tarihlerimizde Hotin Seferi olarak bilinen ve Osmanlı tarihinin bu en kritik savaşında II. Osman başarılı olamadı. Osmanlı kuvvetlerini oluşturan unsurlar gerekli biçimde savaşmadı, savaştırılmadı ve ordu Hotin’ den daha batıya gidemedi. Polonya ile barış her ne kadar mevcut statükonun devamını yani Osmanlı’nın bu taraflarda yine egemen olmasını içermekte ise de Hotin Seferi stratejik hedeflerine ulaşamadı. Dahası Sultan Osman’ın Sefer’den döndüğü 25 ocak 1622 tarihinde 4 ay sonra Devletin paralı askeri olan Yeniçerilerin 18 Mayıs günü başlayan isyanları ile hem tahtını hem de hayatını kaybetti. Baltık Denizi’nde büyük emelleri olan Rusya, İngiltere ve Fransa Osmanlı’nın bu yeni jeopolitik planlamasından son derece ürkmüşlerdi. Her zaman olduğu gibi dağıttıkları rüşvetler ve elde ettikleri devlet adamları ile yeniçerileri kışkırtmışlar, Osmanlı Padişahını olabilecek en büyük hakaretlerle tahtından ve canından etmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu çaresiz bu oluşumu kabul edecek, İsveç ve Polonya’yı destekleyecek ama bir daha Baltık Denizi’nde egemenlik düşünemeyecekti.
İkinci Viyana Seferi olarak bilinen 1683 yılında Avusturya ile yapılan savaşta Osmanlı orduları gerçek anlamda yenilmiş, Baltık Denizi-Hazar Denizi ile Akdeniz-Hint Okyanusu eksenlerindeki ticaret yollarının kontrolünü giderek kaybetmişti. Bu tarihlerde Akdeniz’deki deniz egemenliği İngiltere tarafından elde edilmek istenirken Baltık-Hazar ekseni için de Rusya mücadele etmekte idi. Bunun içinde Rusya bir taraftan Azak Denizi’ne yerleşip Karadeniz’e çıkmak, diğer taraftan da İsveç’i saf dışı ederek Baltık’tan Atlantik Okyanusu’na çıkmak istiyordu. Rusya XVII. Yüzyılın ortalarına kadar mücadelesini büyük bir inatla sürdürecek ve nihayet önce Baltık’a yerleşecek, orada teşkil ettiği bir filo ile Akdeniz’e geçecek, Ege’de Osmanlı Donanması’nı etkisiz hale getirdikten sonra Kırım’a yerleşerek Karadeniz ve Akdeniz’e inecektir.
Rusya’nın Denizcilik Tarihinde I. Petro’nun İsveç Kralı XII. Charles (Demirbaş Şarl) ile yapmış olduğu Poldova Savaşı (27 Haziran 1709) son derece önemlidir. Bu savaşla Rusya İsveç’i yenip Baltık Denizi’ne gelmekle kalmamıştı. Yenilgisinin ardından ülkesini terk etmek mecburiyetinde kalan İsveç kralı uzun yıllar Türkiye’de kalacaktır. (Onun içinde kendisine Demirbaş Şarl denecektir) Bu arada Osmanlı Devleti’ni Prut Nehri civarında Ruslarla savaştırarak Çar I. Petro’nun mağlup olmasını, pek çok tavizlerle bir barış antlaşması yapmasını sağlayacaktı. Ama ne var ki bu antlaşma İsveç’in Baltık Denizi’nde egemenlik sürdürmesine yeterli olmayacaktır.
Rusya geçen zaman içinde İsveç ve Polonya’ya galebe çalarak hem Ukrayna’ya yerleşecek ve hem de Baltık’tan denize çıkacaktır. 1668-1672 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu ile yaptığı savaşta Kont Aleksey Orlav’un idare ettiği 10 gemiden oluşan bir filo ile 1669 yılında Baltık Denizi’nden çıkacak ve Akdeniz’e girecek, Çeşme Körfezi’nde -İngilizlerin desteği ile- Türk donanmasını yakacaktır. Rusya’nın bu başarısı O’nun Kırım’a yerleşip Karadeniz’e daha kolay çıkmasını sağlayacaktır. Bu tarihten itibaren Rusya’nın Baltık Denizi’ndeki egemenliği uzun yıllar devam edecektir.
-4-
SONUÇ YERİNE
Asya kıtasının Atlantik Okyanusu’na iki önemli terminali vardır. Akdeniz ve Baltık Denizi, Akdeniz, Ege ve Karadeniz ile irtibatlı olduğundan geçiş yolu boyunca ticaret limanları ile donatılmıştır. Bunun yanında Basra Körfezi ve Süveyş Kanalı eksenleri ile Hint Okyanusu’na açılmakta dolayısı ile Atlantik Okyanusu Akdeniz yolu ile Hint Okyanusu ile birleştirmektedir. Ancak bu doğal uzantı kültürel gelişmelere büyük yarar sağlamış; Yazı, denizcilik ve hatta tek tanrılı dinler bu suretle dünyaya yayılmış ve nihayet Amerika Kıtası Akdeniz denizcileri tarafından keşfedilmiştir.
Baltık Denizi ise Asya’nın kürk ve deri ile demir, bakır gibi Orta Çağın en önemli zenginliklerinin Atlantik Okyanusu’na çıkış terminalidir. Daha önce Finlandiya Körfezi üzerinden ticaret yapan Rusya özellikle Amerika Kıtası’nın keşfinden sonra Baltık’a gözünü dikmiştir. Rusya bu uğurda Çar IV. İvan’ ın iktidara geçtiği 1547’den itibaren 200 yıl kesintisiz biçimde mücadele etmiştir. Ve sonunda başarmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu ise işte bu Baltık -Karadeniz-Hazar Denizi eksenindeki ticareti kontrol edebilmek için Kırım Hanlığı’na egemen olduğu 1475 yılından itibaren mücadeleler vermiş savaşlar yapmış ve burda da yaklaşık üç yüzyıl başarı sağlamıştır. Bu nedenle 1683 yılında başarısızlıkla sonuçlanan II. Viyana Seferi Osmanlı Tarihi için bir dönüm noktasıdır. Bizce Viyana Bozgunu’nun başlangıcı Padişah II. Osman’ın 1622 yılında tertiplediği Hotin Seferi’dir. Baltık Denizi’ne olunup burada kurulacak bir deniz üssü ile Cezayir’de bulunan diğer Osmanlı Donanması Atlantik Okyanusu’nun bu bölgesini kontrol edebilse idi. Osmanlı’nın Cihan İmparatorluğu devam edebilirdi. Ancak bu planlama sanıldığı gibi Osmanlı güçlerince başarısızlıkla sonuçlandırılmıştır. Dönemin güçlü ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya hatta Polonya İstanbul’da tertipledikleri bir yeniçeri isyanında ortaya konan vahşet Osmanlı Hanedanı’nı kendine getirmiştir. Osmanlı Hanedanı bir daha Baltık üzerinde egemenlik planlaması yapamayacaktır.
•••
Bize göre üniter bir ülkenin sınırları ve coğrafyası kadar tarihi geçmişi ve kültürel değerleri de kıymetlidir ve aynı derecede sahiplenilmesi gerekir. Bu yapılabildiği takdirde milli birlik ve beraberliğimiz daha kolay biçimde sağlanır ve kalıcı olur. Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Millet direktifinin açınımı da budur. Bu çalışmamda diğer bir amacım da bu topraklarda kalmış ancak ne olduklarını hala bilen ve bundan gurur duyan pek çok Osmanlı’nın olduğunun bilinmesinin gerektiğidir. Nedense bu konuda çok yüzeysel araştırmalar var. Balkanların daha ötesindeki atalarımızın hatırlanmasına da gerek olduğunu düşünüyorum.
.Doç. Dr. Mustafa HERGÜNER
-5-