Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası bilindiği gibi 48 yıl önce 1959 yılında, o zamanki adıyla AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) yaptığı ortaklık başvurusu ile başladı ve ardından 1964 yılında “Ankara Anlaşması” yürürlüğe girdi. İnişli çıkışlı bir süreç
Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası bilindiği gibi 48 yıl önce 1959 yılında, o zamanki adıyla AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) yaptığı ortaklık başvurusu ile başladı ve ardından 1964 yılında “Ankara Anlaşması” yürürlüğe girdi. İnişli çıkışlı bir süreçden sonra, 1987 yılında Türkiye o zamanki adıyla Avrupa Topluluğuna üyelik için başvuruda bulundu.
1995 yılında Gümrük Anlaşması imzalandı ve 1999 yılında Helsinki Zirvesinde Avrupa Bakanlar Konseyinde Türkiye’ye resmen AB aday statüsü verildi. Türkiye-AB müzakereleri 3 Ekim 2005 yılında başladı.
Şüphesiz AB’ye girmek herkes için değişik anlamlar taşıyabilir. Mesela işadamaları için mallarının serbest dolaşımından faydalanmak, bazıları için siyasi ve ekonomik istikrara kavuşmak, vizesiz seyahat yapabilmek, yeni iş arayanlar için iş sahalarının açılması gibi... Kısaca, Türkiye’nin AB’ye girmesi yüksek bir hayat standardı yakalamak için altın bir fırsat gibi gözükmektedir .
Ne var ki gerçek, bütün bunların olabilmesi için uzun ve dikenli bir yolun önümüzde uzandığıdır. Bunun yanısıra, bu yolu aşmabilmek muazzam bir hukuk sistemini hazmetmemiz gerekmektedir. Başka bir deyişle bu AB müktesabatının Türk hukuk sistemine uyum sağlamasıdır.
Türkiye’nin, binlerce kanun ve hukuki düzenlemeyi kendi bünyesine aktarması gerekmektedir. Ve bunların içinde en geniş çaplı olanı 300 den fazla düzenlemesi (30,000 + toplam sayfa) olan AB çevre müktesabatıdır. Türk çevre hukuku mevzuatının yeniden düzenlenmesi sadece kalemle gerçekleşmeyecek. Türkiye’nin AB çevre mevzuatına uyum sağlaması için Çevre Bakanlığının 2005 yılında AB desteği ile yaptırdığı bir araştırmaya göre 65-70 milyar Euroluk bir yatırım gerekecektir(1). Tabii, ilk soru “Bu para nereden gelecek?” olacaktır. Hernekadar AB bazı maddi kaynaklar sağlasa da bunun büyük bir bölümünü Türkiye’nin bizzat üstlenmesi gerekecektir. Sanırım TÜSİAD bunun için 2002 yılında Avrupa Birliği Çevre Mevzuatına Uyum Süreci” başlıklı bir rapor hazırladı. Bununla Türkiye’deki mevcut çevre düzenlenmesi ve AB müktesabatıni net bir şekilde ele almiştır. Bu konu hakkında bilgilenmek isteyenlere tavsiye olunur.
Bugüne kadar, AB’ye giriş tartışmaları bilhassa medya tarafından daha çok siyasi ve ekonomik yöne çekildi. Halbuki çevre konusu hayatın her alanını etkilemektedir. Başta, yaşamın temel gereksinimleri hava, su ve gıda olduğuna göre, bunların kirlenmesi, zehirlenmesi ve hatta tümüyle tükenmesi sağlık sorunlarından tutun ölüme kadar sonuçlar doğurur. AB’ine giriş kriterleri arasında çevre müktesebatına uyumun önemi büyüktür.
AB’den önce çevre konusunun toplum için önemini ilk taktir eden kurumlardan biri, biraz şaşırtıcı gözükse de NATO olmuştur. Bu bağlamda NATO 1969 yılında “Committee on Challenges for a Modern Society” adlı bir komite kurdu. Çünkü doğal kaynakların azalmasının (su, gida ve erozyon), toplum barışını tehdit edeceğini ve bir “güvenlik” (security) sorunu yaratacağını gören NATO yıllardır çevre sournları ile yakından ilgilenmektedir.
Küresel ısınma, eriyen buzullar, yok olan ormanlar, kirlenen denizler, azalan balıklar, toprağa bırakılan zehirli atıklar vs. sağlımıza ve geleceğimizi tehdit ediyor.
Peki, Türkiye’deki durum nedir ve Avrupa Birliği buna nasıl bir katkıda buluncaktır? AB çevre müktesabatı neleri kapsiyor? Sistem nasıl çalışiyor? Hernekadar bu önemli soruların tümünü cevaplayamasam da, DenizHaber’ in bana verdiği imkanlarla bu konuları sizlerle paylaşmak istiyorum. Gelecek yazılarımda Türk ve AB çevre mevzuatlarını ele alacağım.
Şimdilik çevre konusunda değerli okuyuculara bilgi vermek için çevre konularında ciddi çalışmalar yapan iki sivil toplum kuruluşundan önemli haber aktarmak istiyorum:
Doğal Hayat Vakfının bir araştırmasına göre dünyada sadece Türkiye’de bulunan 62 tür göl ve akarsu balığından 41 türü (67%) yok olma tehlikesi içindedir. (Bkz. http://www.dogadernegi.org/) Bunun sebebi gölerimizi kurutmamızdır. Buna benzer bir haber de WWF-Türkiye websitesinde :
“Bafa Gölü her geçen gün kurumakta ve kirlenmektedir. Son 40 yıl içinde sulak alanlarının yarısını, yani 1 milyon 300 bin hektar sulak alanını (Van Gölü’nün üç katı kadar alanı) “kaybetmektedir. http://wwf.org.tr/).
Ayrıca, 1998 yılında Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alan (Ramsar Alanı) ilan edilerek koruma altına alınan Ulubat Gölünde, Gölyazı Belediyesi beton döküp balıkçı barınağı yapma çalışmalarını başlatmış.
(not: Bu hem sözleşmenin ihlali hem de çevre ‘ye zarar vermektir.)
Yazımı DenizHaber’ in değerli köşe yazarı Kaptan Cahit İstikbal’ın sunumlarını bitirirken yaptığı gibi eski bir kızılderili deyimi ile bitirmek istiyorum.
Son kalan ağac kesildikten sonra
Son kalan nehir zehirlendikten sonra
Son balık tutulduktan sonra
Ancak o zaman öğrenceksin ki para yenilemez.
- Cree Kızılderili Atasözü
(1) http://www.cowiprojects.com/envest/