Sekiz deniz tanrısı güneşli bir cumartesi gününde Cibali Karakolu’na düştüler.
Nasıl olduğunu kimse anlamamıştı?
Her zaman ki hafta sonu toplantılarından biri için Peneus Irmağı’nın kenarında buluşmuş ve su kürenin geleceği üzerinde biraz mütalaa yapmak için Tanrılar Kahvesi’ne doğru yola çıkmışlardı. Sabahın erken saatleriydi... Peneus ırmağı sakin, su perileri uykuda idi... Sabah haberlerini vermek için Hermes bile ortalıkta görünmüyordu...
Günün en güzel zamanı diye düşündü Poseidon,
“Etrafta fazla gürültü patırtı yokken şu masaya oturalım.”
Böylece, yuvarlak bir masa çevresindeki renkli sandalyelere oturup hararetli bir sohbete başladılar... Ancak bir süre sonra, masadaki boş bir sandalye dikkat çekmeye başladı, genç deniz tanrıçası Oekanides, bir an için ortadan kaybolmuştu. Dakikliği ile bilinen tanrı Nereus, büyük bir ciddiyetle etrafına bakındı. Masanın yaşça en büyüğü olan; ‘ilk suların tanrısı’ Phorcys, sarı saten mendiliyle alnında biriken deniz tuzu tanelerini siliyordu... Kısa bir sessizliğin ardından Tanrıça Amphitrite sandalyesinden doğrulup alt bahçeye doğru baktığında Oekanides’i gördü.
Genç deniz tanrıçası, birkaç basamak aşağıdaki avluda, eski bir ahşap kapının önünde durmuş merakla kapıyı inceliyordu. Kırmızı pelerinini, siyah saçlarının arkasına savuran Amphitrite,
“Kapıyla oynamamalısın tatlım, haydi masaya dön” diye seslendi.
Ancak kapı oldukça esrarengizdi ve Oekanides kapıyı aralamak için müthiş bir istek duyuyordu. “Amphitrite! Bunu mutlaka görmelisiniz, bu kapı adeta bir duvarın üzerine örülmüş!” dedi heyecanla.
Gerçekten de avlu duvarının önünde duran ve hiçbir yere açılmayan bir kapıydı bu... İki ahşap kanadının arasından gözüken kırmızı tuğlalar büyük bir sırrı saklar gibiydi... Bir süre sonra, merakına yenik düşen tanrılar da kendilerini bu gizemli kapının çevresinde buldular.
“İlginç...” dedi Proteus. “Daha önce bu kapıyı hiç görmemiştim”.
Su dünyasını karış karış bilmesiyle ünlü olan Proteus, deniz canlılarının çobanıydı ve bu yönüyle bir nevi turist rehberi sayılırdı. Dakik deniz tanrısı Nereus ise kapı önünde yapılan tüm bu konuşmaların zaman kaybı olduğunu düşünerek Poseidon’a bakıyordu. Daha fazla meraklı bakışla göz göze gelmek istemeyen Poseidon, kapıyı açmaya karar vermişti.
İşte ne olduysa o an oluverdi! Poseidon kapının kollarını çevirir çevirmez sekiz deniz tanrısı da kendilerini bir anda bambaşka bir dünyanın içinde buluverdiler!
Sabah saatlerinde Fatih dolaylarında şık bir restoran olarak işletilen görkemli bir su sarnıcının kapısı, garsonların şaşkın bakışlarıyla aralanmış ve kulak tırmalayan bir gıcırtıyla içinden sekiz kişi çıkıvermişti!
Sekizi de şaşkınlıkla birbirlerine bakıp ne olduğunu anlamaya çalışırken, restoranın müşterileri de aynı şaşkınlıkla sonlara bakıyordu.
“Sana o kapıyla oynamamanı söylemiştim!” dedi Amphitrite.
“İyi de kapıyı açan ben değildim ki!” diye karşılık verdi Oekanides.
Proteus,
“Muhtemelen artık Peneus’da bile değiliz!” diye mırıldandı.
Nereus’un iyice canı sıkılmıştı, saatine yeniden bakarak
“Bu durumu çözmek epey zaman alacak” dedi.
Elindeki 3 uçlu asayı saklamaya çalışan Poseidon ise hepsinden daha zor durumdaydı. “Bunların hepsi sizin suçunuz, o kapıyı kurcalamasaydınız bunların hiçbiri başımıza gelmeyecekti!”
Yazık ki asayı saklayabilecek bir yeri yoktu.
Bu sırada restoran sahibi, kadife halılarla bezenmiş abartılı merdivenlerden koşar adım inerek, “Sessiz olun! Sessiz olun!” diye bağırıyordu.
Phorcys,
“Biraz daha yaklaşırsa, şu kıl kuyruğu zehirli bir deniz anasına çevireceğim” dedi.
Grubun yaşça en büyüğü olmasının yanında, bu gibi hareketlere ayrıca bir tahammülsüzlüğü vardı Phorcys’nun. Nereus, onu sakinleştirmek için birkaç adım ilerideki sandalyeyi çekerek oturmasını istedi.
Restoran sahibi,
“Siz de kimsiniz! Müşterilerimi korkutuyorsunuz!” deyince o vakte kadar hiç konuşmamış olan yakışıklı Triton, bu can sıkıcı ölümlüyü tek eliyle boynundan yakalayarak havaya kaldırdı.
Su sarnıcı, müşterilerin çığlığıyla yankılanıyor, restoran görevlileri deniz tanrılarını sakin olmaları konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Neyse ki kargaşa fazla uzun sürmedi, tüm bu gürültü patırtı sırasında arka sokaktan yükselen polis arabasının sesi duyulunca sekiz deniz tanrısı da saten pelerinleriyle su sarnıcından koşar adım dışarı çıktılar.
Restoran sahibinin kravatı Triton’un elinde kalmıştı...
Sekizinci tanrı olan Halaesus, oldukça soğuk kanlıydı. Falerii / Civita Castellane kentlerinin kurucusu olan Halaesus aynı zamanda usta bir arabacıydı. Elbette ki Olimpos’un atlılarına benzemeyecekti ama yine de yol üzerinden bir taksi çevirmeye çalıştı.
Yazık ki onları bu tanrısal kıyafetlerin içinde gören taksi şoförü, durumun ciddiyetini anlamamış ve bir grup delinin kendisiyle dalga geçtiğini düşünmüştü. Bu sırada, polis arabasının yaklaştığını duyan Oekanides,
“Geliyorlar!” diye bağırdı.
“Arabayı boş verin!” diye çıkıştı Poseidon. “Direk şu sokaktan içeri dalalım!”
Böylelikle Draman sokağından içeri hızlı bir giriş yapıp, restorandan tamamen uzaklaştılar. İnsanların bakışlarından oldukça rahatsız olan Triton,
“Kıyafet işine bir çözüm bulmalıyız, herkes bize bakıyor” dedi.
“Önce bir nerede olduğumuzu anlasak çok daha iyi olacak” diye yanıtladı Amphitrite. Proteus, işaret parmağıyla çenesini kaşıyarak bir tahminde bulundu.
“21. Yüzyılı İstanbul’unda olduğumuzu zannediyorum” dedi.
Bu sırada Süleymaniye Camisi’nin çevresini araştıran Poseidon, daha fazla dikkat çekmemek için bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Caminin arkasına bakan kimsesiz bir avluyu işaret ederek, “Gidelim” dedi.
Böylece sekiz deniz tanrısı dikkat çekmemek için tek sıra halinde ayak uçlarına basarak Süleymaniye Camisi’nin arkasında toplandılar. Poseidon, hafifçe yere vurarak üç uçlu asası Trident’e emretti.
“21. Yüzyıl İstanbul Kıyafetleriyle Donat Bizi!”
Bu sözcükleri söylediği anda, Süleymaniye Camisi’nin sessizliği adeta bir gök gürültüsü ile yırtılmış ve Poseidon’un başındaki taç, sarı yaldızlarla işlenmiş siyah bir şapkaya dönüşmüştü. Triton’un üzerinde şimdi deniz mavisi bir gömlek vardı; elinde kalmış olan restoran sahibinin kravatını gülümseyerek boynuna bağladı. Amphitrite’nin kırmızı pelerini ince yünden kırmızı bir kazağa dönüşmüş, Phorcys’un saten kaftanı ise bir fular şeklinde boynunu sarmıştı.
“Çok daha iyi” dedi Triton, halinden memnun bir ifade ile.
Böylece sekiz deniz tanrısı çok daha güvenli bir şekilde İstanbul şehrini keşfe çıktılar, hatta Kariye müzesini gezip, Balat da tur attılar.
“Madem İstanbul’dayız bir Türk kahvesi içmeliyiz”. Dedi Nereus,
“Haklı” diye onayladı Amphitrite. “Hem yürümekten ayaklarımız ağrıdı, biraz dinlenmiş oluruz.”
“Türklerin ‘yorgunluk kahvesi’ diye bir tabirleri vardır. Bence de bir mola vermeye değer...” dedi yaşlı bilge Phorcys. Sekiz Tanrı da bir kahve molası vermek konusunda hemfikirdi artık... Lakin tam da otantik bir kahvehaneye girecekleri sırada Balat’ın dar sokaklarından öfkeli bir ses yükseldi.
“İşte oradalar! Restoranıma izinsiz giren haydutlar işte bunlar!”
Triton, usulca arkasına dönerek boğazındaki kravatı esnetti... Sesin sahibini hatırlamıştı.
Polis arabasının camından yarı beline kadar sarkan bu tombul restoran sahibini unutmak pek mümkün değildi zaten?
Böylece, Balat’taki Agora Meyhanesi’nin önünde yakalanan sekiz deniz tanrısı iki ayrı polis aracına bindirilerek Cibali Karakolu’na götürüldüler ve deniz manzaralı bir oda da komiserin karşısına çıkarıldılar....
“Şüphelileri getirdik Mine komiserim” dedi memurlardan biri.
Lakin komiser Mine Köftecioğlu, oldukça asabi bir hanımdı.
“İyi be! Sorduk mu? görüyoruz herhalde!” diyerek payladı adamcağızı.
“Özür dilerim komiserim.” dedi memur.
“Hiçbir şey dileyemezsin!” dedi kadın.
Sekiz deniz tanrısı şaşkınlık içerisinde birbirine bakınırken Amphitrite,
“Yahu, Hera’dan bile betermiş bu komiser!” diye söylendi kendi kendine...
Bu fısıltıyı duyan komiser, mevzuyu dinlemeksizin,
“Demek özel mülke izinsiz girer ve kamu huzurunu bozarsınız ha! Atın bunları nezarete!” dedi. Sekiz deniz tanrısı, kamu huzurunu bozmaktan dolayı işte bu şekilde Cibali’de nezareti boyladı.
Ertesi gün şüphelileri serbest bırakmak için kapıyı açan memurlar, nezarethanede yoğun bir deniz kokusu dışında hiçbir şey bulamadılar?
Görgü tanıkları, gece bir aralık Haliç üzerinde yerlerini tam olarak tespit edemedikleri bir grubun kahkahalarını duyduklarını söylediler, ama kim olduklarını asla bulamadılar...
Mine komiser ise ne kadar sinirlense de şüphelilere bir daha asla yakalayamadı. Ve o geceden sonra Cibali Karakolu’ndan deniz kokusu hiç eksik olmadı...