“Ellerin mi üşüdü biraz senin?”
“Yo, iyiyim” dedi belli belirsiz bir kadın sesi…
Kim konuşuyordu, tam duyamadım. Yakınlarda oldukça centilmen bir beyefendi var sanırım?
Birazdan klasik bir “üşüyorsan ceketimi al” sahnesine tanık olacaktım anlaşılan?
Sigaramdan bir nefes daha alıp çaktırmadan etrafta göz gezdirdim… Ortaköy sahilinde benim gibi kayalıklara oturmuş üç beş kişi ancak vardı… Dik dik bakıp da kimseyi utandırmaya gerek yoktu… Onun yerine sevgili dostum denizi seyrederek ufaktan kulak misafiri olmaya devam ettim.
“Yok, yok üşüdün sen.” dedi tedirgin erkek sesi.
Küçük bir sessizlik oldu…
Altın köpüklü arpa suyunun tadı, Ortaköy sahilinde zihnimde belli belirsiz hatıralar yaratıyordu. Lakin kulağıma gelen konuşmalardan, bir türlü ağız tadıyla dalıp gidemiyordum ki…
Merak işte,
“Ceketi verecek mi acaba?” diye gereksiz bir kuruntu içindeydim…
Ancak adamın sesi oldukça derinden geliyordu ve ceket mevzusuna fazla takılmayacak gibiydi.
“Yıllardır bin bir zorlukla diken üzerinde duruyorum biliyor musun?” diye mırıldandı sessizce. “Ve şimdi sen gelip, tam da ayaklarım bunca zorluktan sonra yere sapasağlam basarken çıkıp geliyorsun… İş mi bu seninkisi?”
Kadın halinden pek hoşnut değildi…
“Gelip gelmeyeceğim henüz belli değil, biliyorsun. Hem belki de her şey çok güzel olur, belki yükünü hafifletirim? Neden bu kadar önyargılısın?” diye söylendi sıkıntıyla…
Adam huzursuzdu… Bense üzerime vazife olmayan bu özel sohbete kulak misafiri olduğum için ayrıca tedirgin hissediyordum. Yine de altın köpüklü arpa suyu tükenmeden kalkmaya pek niyetim yoktu.
“Bilmiyorsun, ya da anlamıyorsun” dedi adam sükûnetle… “Buralarda senin aklının hayalinin almayacağı o kadar çok trajediye tanık oldum ki… Böyle bir şeyi kaldırabileceğine inanmıyorum.” dedi. “Üstelik ben buralıyım, doğduğum günden beri sayısız münakaşaya sebep oldum. Kuzeyimle güneyim bile birbirini tutmaz benim!”
Kadın içten içe gülümsüyordu sanki? Sesinde şuh bir tebessüm vardı.
“Duygularına biraz hakim olsan böyle olmazdı.”
Karanlıkta yakılan çakmağın aleviyle bir an için hafifçe aydınlandı kayalıklar… Adam sıkıntıyla,
“Yapamam…” dedi. “Bu benim doğam. Biliyorsun, öfkem saman alevi gibidir ve rüzgâra göre yol alırım…”
Kadın bozulmuştu,
“Ne halin varsa gör; şikâyet etme o zaman.”
Adam sigarasından derin bir nefes çekerek,
“Ben şikâyet etmiyorum.” dedi. “Sadece sen… Sen…”
Kadın umursamaz bir tavırla,
“Ne olmuş bana?” diye söylendi… Adam, kadının bu umursamaz tavrından oldukça rahatsızdı. En sonunda derin bir nefes alarak ağzındaki baklayı çıkardı.
“Sen buraya ait değilsin ve burada olmamalısın!”
Anladığım kadarıyla kadın biraz küstahtı?
“Bana bak; yoksa senin yerini alırım diye mi korkuyorsun sen?”
Adam ise bu küstah çıkış karşısında hala durumu izah etmek için büyük bir nezaketle kendisini ifade etmeye çalışıyordu.
“Bak, 10.000 yılı aşkındır buradayım,* bu coğrafyanın bir parçasıyım ben! Vücudum bile bu coğrafyaya göre şekil almış! Buna rağmen ben bile kendimi tüm dış tehditlere karşı savunmasız hissediyorum!”
Adamın ne içtiğini bilmiyordum ama 10.000 yıl öncesi gibi uç bir örnekten sonra, en azından birkaç tane altın köpüklü arpa suyunu devirdiğinden şüphem yoktu artık…
“Herif de iyice abarttı!” diye geçirdim içimden…
Kadın ise oldukça pervasızdı,
“Mühim değil, bende alışırım.” diye söylendi belli belirsiz.
Adam sinirlenmişti.
“Söylediklerim bir kulağından giriyor diğerinden çıkıyor değil mi?”
Kadın cevap vermedi, duyulan tek ses boşlukta yudumlanan altın köpüklü arpa suyunun sesiydi...
Adam küskünce,
“Yazık…” diye söyledi…
Kadın sessizce dinlerken adamın dudaklarından dökülen cümlelerin hüznü içime işliyordu.
“Bugün sahip olduğum tüm gücü, düzeni, sağladığım dengeyi öyle büyük emeklere, fedakârlıklara borçluyum ki…** Şimdi senin gelişinle birlikte sahip olduğum tüm haklar kurtlar sofrasında tartışmaya açılacak. Ne olur! Bana değer vermiyorsan hiç değilse arasında yaşadığım insanların, sağladığım dengenin, doğal güzelliklerin hatırı için buralara gelme…”
Biraz kafam karışmıştı ama dinlemeye devam ettim.
“Bilmiyorum” dedi kadın sıkıntıyla… “Biliyorsun, bu karar sadece bana ait değil…”
“Biliyorum” dedi adam sessiz bir öfke ile…
Ortaköy’ün İstanbul Boğazı’na bakan kayalıkları derin bir sessizlik içindeydi…
“Kesinlikle birbirimiz için yaratılmamışız.” dedi adam son gücüyle… “Ben bu noktada asırlar öncesinde vücut bulmuşum, sense sonradan kondurulmaya çalışılan bir garip eğreti yapısın… Ne olur hiç var olmadan, zarar vermeden git buralardan…”
Belli belirsiz bir yutkunma sesi duyuldu gece karanlığında…
Ve ben, altın köpüklü arpa suyundan bir yudum daha alarak, rüzgârla birlikte dağılıp giden bu cümlelerin arasında öylece oturdum kaldım.
* Artüz, L. (2007): Bilimsel Açıdan Marmara Denizi, s. 9
Atalay, İ. (2005): Kuvaterner’deki İklim Değişmelerinin Türkiye Doğal Ortamı Üzerindeki Etkileri, s. 212
Doğaner, S. (2015): Marmara Bölgesi Coğrafyası, s. 22
Gökaşan vd, (2011): İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın Jeolojik Evrimi, s. 211 – 220
** Montreux Türk Boğazları Sözleşmesi, 1936