Neden denizcileşmeliyiz?

Deniz insanlığın gelişimindeki en önemli unsurdur. Büyük uygarlıkların çoğu denizde gelişti. Bu nedenle deniz ulusları ve deniz uygarlıkları dünya tarihinde özel yere sahiptir. 1000 yılı aşkın süredir vatan bildiğimiz Anadolu, kıyıları, Doğu Akdeniz kıyıları ile birlikte antik çağda deniz uygarlıklarının merkezi olmuştur. Ancak Akdeniz dünya okyanuslarının sadece yüzde 1’ini teşkil ettiğinden Akdeniz’de oluşan deniz uygarlıkları tarih boyunca okyanus gücüne dönüşememiştir. Ancak hem Akdeniz hem Atlantik Okyanusunda kıyısı olan Akdeniz devletleri (İspanya ve Fransa gibi) okyanus gücü oluşturabilmiştir. Bir Akdeniz devleti olan Osmanlı İmparatorluğu deniz uygarlığı kuramamış, okyanus gücü de oluşturamamıştır. Sadece Doğu Akdeniz’de Garp Ocakları sayesinde 15. ve 16. yüzyıllarda kabaca 100 yıllık bir dönemde kısıtlı deniz kontrolü tesis edebilmiştir. Okyanusaşırı güç intikal yeteneği oluşturamadığından küresel hegemonya sahibi olamamış, deniz üzerinden sermaye birikimi sağlayamamış, karasal, kıtasal bir güç olarak deniz ve okyanusları serbestçe kullanan hegemonların özellikle 17. yüzyıl sonundan itibaren hedefi olmuştur. 

DENİZ UYGARLIĞI KURAMADIK

Halbuki atalarımızın bin yıl önce vatan belledikleri Anadolu, üç tarafı denizlerle yıkanan, Balkanlar, Karadeniz, Kırım, Kafkasya, İran, Mezopotamya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika arasında doğu batı ekseninde uzanan bir yarımada coğrafyası olarak deniz uygarlığı kurmamız için tüm uygun şartları sunuyordu. Derin sular; elverişli rüzgâr ve akıntılar; neredeyse yok denecek yoğunlukta med-cezir oluşumu; liman, üs, bağlama ve demirleme yeri tesis etmeye uygun yüzlerce körfez, koy, bük, ve en önemlisi fırtınaları az mükemmel bir iklim kuşağı. Bu doğal ve emsalsiz değerli mirası sanayileşemediğimiz ve denizcileşemediğimizden kullanamadık.

GÜCÜN TEMELİ: OKYANUS GÜCÜ OLMAK

Diğer taraftan uzun süreli kalıcılık gösteren hegemonlar, daima denizci devletler arasından çıktı. Dünya tarihi 15’inci yüzyıldan itibaren keşiflerle yeniden şekillenirken, ana vatanlarından binlerce mil öteye, başka kıtalara deniz gücü gönderebilen devletler, modern tarihte deniz uygarlığının temellerini atabildiler. Modern dünyada küresel erişimin ve dolayısıyla küresel güç statüsünün en temel göstergesi donanma gücünün dağılımı oldu. Deniz gücü, bugün de statükonun dengeleyicisidir. Okyanuslar üzerinde egemenlik temin edilmeden mevcut düzenin değiştirmek çok zordur. Bu nedenle tarih boyunca deniz gücünün okyanuslar üzerindeki dağılımı küresel statü mücadelesinin resmini ortaya koymuştur.

KARA VE DENİZ REKABETİ

Tarih boyunca jeopolitik çekişmeler deniz ve kara uygarlıkları arasında oldu. Kara uygarlıklarının yükselişleri karşısına her zaman deniz uygarlıkları çıktı. Ya da tersi. Sparta karşısında Atina; Roma karşısında Kartaca, Osmanlı karşısında Venedik; Almanya karşısında İngiltere, Varşova Paktı karşısında NATO gibi. Deniz uygarlığı tarihin akışı içinde yarattığı yeni keşifler ve icatlar ile rönesans, reform ve aydınlanmayı hızlandırırken bir yandan anavatanlarda sermaye birikimine, bir yandan da dış ticaret ağları ve ortaklarının gelişimine neden olarak kapitalizmi doğurdu. Deniz uygarlığını başarabilen devletler dünya deniz ticaretini ve deniz zenginliklerini kontrol yeteneğine sahip oldular. Bu yeteneği de siyasal ve jeopolitik hedeflerine erişim aracı olarak, denizde güçlü olmayan devletlere karşı acımasızca kullandılar. Denizgücü teorisyeni Amerikalı Amiral Mahan 150 yıl önce: “Denizler medeniyetin büyük meydanı ve oyun bahçesidir. Küresel politik mücadelenin sonucunu belirleyen değişken deniz gücüdür,” diyordu. Başkan Roosevelt’e 1901 yılında şu öğütleri veriyordu: “Tarihi dikkatle okuyunuz… Denizlerde gerekli denetimin sağlanmasıyla ulusal ticaret, ulusal refah ve ulusal büyüme arasındaki açık ilişkiyi değerlendiriniz ve üzerinize düşen rolü uygulamaktan çekinmeyiniz...” Amerikan emperyalizminin temeli olan okyanuslarda denetim ve ticari büyümenin teorik alt yapısı böyle oluşmuştu. Mahan, 100 yıl önce İngiltere’nin yaptığını tavsiye ediyordu.

ZAYIFLAYAN KARA, DENİZE YENİLİYOR

Tipik karasal özelliklere sahip Osmanlı ve Çin İmparatorlukları da tarih boyunca denizden gelen saldırılardan paylarını aldılar. Her ikisi de deniz güçleri tarafından işgal edildi.  O halde ezilen ve sömürülen olmamak için denizde güçlü olmak ve deniz uygarlığı cephesinde yer almak gerekir. Bugün Çin’in ısrarla ve geri dönülmez şekilde denize yönelmesinin nedeni budur. Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında Mondros ateşkesi ile yenilmiş ve dağıtılmış karasal kıtasal bir imparatorluk olarak tarihteki yerini aldı. Eğer 2 yıl sonra Sevr Antlaşması gerçekleşseydi, Karadeniz’e 600 km kıyıya sıkıştırılmış; donanması 14’ten fazla savaş gemisine sahip olamayacak; deniz ticareti bile galip devletler tarafından kontrol edilen mikro bir sultanlık olacaktı. Tarihe bu topraklarda ve çevresinde 1000 yıldır yön vermiş son Türk İmparatorluğunun düştüğü acıklı durum buydu. Kara jeopolitiğini deniz ile buluşturamamış, bilim ve teknoloji üretememiş, ümmeti milletleştirememiş, kulu vatandaşa dönüştürememişti. Bedeli can, toprak ve onur kaybıyla ödenmişti. Son Sultan, İngiliz savaş gemisi ile yani deniz üzerinden, kaçar gibi vatanından ayrılmıştı.

CUMHURİYET, DENİZCİLEŞMEYİ BAŞLATIYOR

Mustafa Kemal Atatürk sayesinde Cumhuriyetin büyük deniz ve denizci uyanışı 29 Ekim 1923’ten sonra başladı. Önce denizciliğin ve mavi uygarlık yolunun önündeki en büyük engeli kaldırdı. Lozan zaferiyle kapitülasyon belasını defetti. 1 Temmuz 1938 Kabotaj Bayramı kutlamalarında İstanbul Deniz Ticaret Reisi Müfit Beyin şu sözlerine kulak verelim: ‘Lozan, bir devrim ile yeni baştan tarihe yön veren yeni Türk devletinin ilk devrimidir... Bu rejim, Türk milletine her sahada olduğu gibi Türk denizciliği alanında da gür bir varlık bahşetti... Her Türk denizi düşünür ve denizden bahsederken evvela gözünün önüne donanmayı getirir… Türk’ün donanması bütün deniz işlerinin ön kademesinde gelir...Bugünkü donanma baştan başa cumhuriyetin bir eseridir.’’

DONANMANIN GELİŞİMİ

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet donanması son 98 yılda sürekli gelişti. Her ne kadar bu gelişim, 1945 sonrası Atlantik sistemin kurduğu kenar kuşak jeopolitiğinde bize verilen görevlerle uyumlu tutulduysa da duraksamadı. NATO, deniz jeopolitiği sonucu ve mavi uygarlık ürünü denizci bir ittifak sistemiydi. Türk Donanması NATO ve Atlantik çıkarları için güçlendirilmeliydi. Ne zaman milli çıkarlarımız söz konusu olsa NATO jeopolitiği, Türk jeopolitiğine müdahale etti. Zamanı geldi Johnson mektubu (1964) yazıldı. Zamanı geldi ambargo (1975-1978) uygulandı. Zamanı geldi Kardak krizinde (1996) Amerikan Genelkurmay Başkanının telefonu ile geri adım atıldı. Ancak bu baskılara rağmen Cumhuriyet Donanması Atatürk’e sadakatini koruyarak gelişimini sürdürdü. 1974 Kıbrıs müdahalesi, Ege’de ve Doğu Akdeniz’de ganbot diplomasisi üzerinden Yunanistan’ın caydırılması; Her türlü kışkırtmaya ve Kanal İstanbul gibi jeopolitik intihar projelere rağmen Montreux Rejiminin korunması; milli savunma sanayiinin gelişimine Milgem başta olmak üzere değişik projeler ile liderlik edilmesi, Deniz Kuvvetlerini Türkiye’ye çizilen tablonun dışına çıkardı. Bugün, Türkiye deniz jeopolitiğinde bir yerlere geldiyse bu Deniz Kuvvetleri sayesindedir. Bu başarıların bedeli kumpas davalarla ödendi. Bu süreç, Türk tarihinin en büyük günahlarından birisidir. Unutulması mümkün değildir.

DENİZCİLİK GÜCÜMÜZ GERİ KALDI

Denizcilik gücümüzün diğer alanlarında akan yıllar içinde ciddi hatalar yapıldı. Maalesef Atatürk’ten sonra denizi ve denizciliği bir uygarlık projesine ve hedefine dönüştürecek ne siyasetçi ne de devlet adamı gördük. “Toprak Gemi Anadolu” ile “Mavi Vatan’’ buluşturulamadı. Denizcilik gücünü oluşturan başta deniz ticaret filosu, tersaneler, limanlar, balıkçılık, deniz bilimleri, denizdibi madenciliği, deniz sporları, deniz kamu hukuku, denizcilik kültürü gibi temel alanlarda kısacası denizcileşme alanında hak ettiğimiz şekil ve boyutta gelişemedik. Donanma ve öncülüğünü yaptığı milli savunma sanayi gelişiminin benzeri bir başarı grafiği denizcileşme alanında yakalanamadı. Liman özelleştirmeleri ve sismik/sondaj gemilerde uygulanan personel politikası ile kutsal kabotaj hakkımızı yaraladık. Deniz Kuvvetleri ve devletin kendini koruma refleksi ve biraz da talih olmasa (Annan Planının Rumlar tarafından reddi gibi) deniz jeopolitiğinde büyük kayıplar yaşanabilirdi. Bugün Türkiye’de denizcilik yönetimi çok başlı, çok karmaşık ve kırılgandır. Denizcileşmenin sahibi ve yönetimi yoktur. Bu durum emperyalizmin çıkarları ile dört dörtlük örtüşmektedir. Osmanlı döneminde kapitülasyonlar ve saray yoluyla unutturulan ve kökü kurutulan denizcileşme, Atatürk sonrası dönemde cehalet, iç çekişmeler, kurumsal kıskançlıklar ve emperyalizmin teşvikleriyle unutturulmuştur. Bugün Türk Dil Kurumu sözlüğünde bile denizcileşme kelimesi mevcut değildir.

TÜRKİYE DENİZCİLEŞMELİDİR

Bu süreç varoluşumuz, savunmamız, güvenliğimiz, refahımız ve mutluluğumuz için kaçınılmazdır. Bu hedefe yönelişimizin lokomotifi Mavi Vatan’dır. Mavi Vatan, sembol, kavram ve doktrin olarak bu hedefe erişmemizde merkezi rol oynamaktadır. Genel olarak, bu süreçte denizcileşmemizi gerektiren üç asli itici boyut vardır. Birincisi jeopolitik; İkincisi ekonomik ve üçüncüsü sosyo kültüreldir. Bu üç unsur iç içedir.

JEOPOLİTİK BOYUT

Bugün Mavi Vatan ile sembolleşen denizcileşmemiz, jeopolitik boyutta çok önemli ve değerli bir konuma gelmiştir. Türkiye’yi Ege ve Doğu Akdeniz’den soyutlayan ve Seville Haritasında vücut bulan Atlantik dayatmasına karşı kamuoyu oluşmuştur. Mavi Vatan sınırlarımız, Misak-ı Millîye dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Mavi Vatan üzerinden Atlantik emperyalizmine ilk kez direnç göstermiş ve kendisine çizilen denizdeki siyasi haritayı reddetmiştir. Bu reddediş, karasal jeopolitik anlayış ile emperyalizme direnmenin zorluğunu ve deniz jeopolitiğinin hayatta kalabilmemiz ve gelecekteki çıkarlarımızı geliştirmenin tek yol olduğunu da göstermiştir.  "Eğer güçlü ve dinamik bir donanmamız olmasaydı ne yapardık?’’ Bu soruyu sormamız gerekir.  Küresel hegemonya el değiştirmektedir. Asya ve Atlantik güçleri arasındaki büyük mücadelenin kesiştiği alanlardan birisi de Türkiye’dir. İki taraf da birbirini dengelemek için Türkiye’ye muhtaçtır. Bu alanda Türkiye kendi jeopolitik geleceğini düşünmeli ve tahkim etmelidir. Bu tahkimatta en önemli boyut ise denizdir. Atlantik sistem bunu bildiğinden Türkiye’ye Seville haritası ile denizden soyutlanmış ve karaya sıkıştırılmış bir geleceği dayatmış, kumpas davalarla komuta yapısını dağıtmaya çalışmıştır. Gerek hükümet gerek muhalefet gerekse kamuoyu bu dayatmanın artık farkındadır. Gelecek nesillerin aleyhine, hakkımız olan kıta sahanlığı/MEB alanlarından Yunanistan ve GKRY çıkarları uğruna vaz geçilmeyeceği bilincine devlet sahiptir. Bazı çatlak seslere ve hükümetin zaman zaman verdiği yanlış kararlara rağmen stratejik seviyede bu görüş değişmez. Diğer bir deyişle halkımız, 20 yıl önce varlığından bile haberdar olmadığı kıymetli deniz alanlarının artık bir nevi vatanı olduğunun farkına varmıştır. Daha da öte Mavi Vatanın sadece deniz yetki alanlarını tarif eden bir kavram olmadığını anlamıştır. Doğu Akdeniz ve Ege deniz jeopolitiğinin Suriye, Libya ve KKTC ile bağımlı ve ilişkili olduğunun farkına varmıştır.

Jeopolitik boyutta diğer önemli bir husus, Akdeniz dışındaki etki ve ilgi alanlarımızda deniz gücü varlığımızın gelişmesini düşünmemiz gerekliliğidir. Türk deniz ve denizcilik gücü yüzde 1’lik Akdeniz’in dışında da varlığını yaratabilmeli ve sürdürmelidir. Bu sadece Türkiye Cumhuriyeti için değil aynı zamanda Adriyatik’ten Çin Seddine uzanan Türk dünyası ve akraba topluluklar için de düşünülmeli ve yürütülmelidir. Unutmayalım ki, Avrasya coğrafyasında tek deniz devleti ve denizcileşme alt yapısına sahip Türk devleti biziz. Bu kapsamda tek millet iki devlet kavramıyla güçlü bağlara sahip olduğumuz Azerbaycan üzerinden Hazar havzası ile Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Umman Denizine ulaşan jeopolitik alanda Türk deniz ve denizcilik gücü varlığı oluşturulmalı ve sürdürülmelidir.

Kısaca, denizcileşmemizin Jeopolitik alanı devlette en önemli değişimi gerektiren alandır. Kara merkezli jeopolitik ve yönetim erkine son 1000 yıldır bağlı kalmış bir devletin deniz merkezli jeopolitik ve yönetim erkine geçmesi sancılı olacaktır. Ancak özellikle FETÖ darbe girişiminden sonraki 5 yılda Doğu Akdeniz üzerinden yaşananlar Türkiye’nin deniz merkezli düşünce ve yönetim tarzına geçmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Artık bu bir alternatif değil, şartların ve zamanın gereksinimlerinin kaçınılmaz sonucudur.

EKONOMİK BOYUTTA DENİZCİLEŞMEK

Deniz endüstrisi başta olmak üzere denizcilik kaynaklı tüm varlık ve hizmetler ulusal güce katkı sağlayacaktır. Mavi Vatan doktrininin belki de jeopolitik alandan sonraki en önemli unsurudur. Milli gelire doğrudan ve dolaylı katma değerin artırılması için kaçınılmaz önemdedir. Burada devletin rolü yadsınamaz. Ancak devlet deniz odaklı olmadığından bugüne kadar bu önemin ne farkına varmış ne de gündeme getirmiştir. Devlet, son 50 yılda turizm, inşaat ve tekstile verdiği teşvik ve desteğin onda birini denizciliğe vermedi. Tamamen dışa bağımlı olduğumuz havacılık sektörünü 2002 sonrası asimetrik bir şekilde devlet kaynaklarıyla büyüttüler. Deniz ulaştırmasını ve kabotaj taşımacılığını göz göre göre ihmal ettiler. Bugün İstanbul’dan deniz yolu ile Marmara dışında hiçbir limana gemi ile gidemezsiniz.  Türkiye’de mevcut ve geçmiş hükümetler deniz ve demiryolu ulaştırmasını teşvik etmek yerine kara yolu ve otomotiv sanayini teşvik ettiler. Yarımada coğrafyasına sahip olup da Türkiye kadar iç ulaştırmasında denizi ve demiryolunu az kullanan ülkeler dünyanın az gelişmiş ülkeleridir. İç yüklerimizin deniz ve demir yolu taşıma oranları her ikisi için %4 civarındadır. Kara taşımacılığı %90 civarındadır. Bu süreçte Sivil Toplum Örgütleri de lobi ve baskı grupları olarak bu alanda yetersiz kaldılar. Yanlış kararları önlemediler. Meslek odalarının birçoğu ise ilkel birikim ve rant ekonomisinin kurbanı olarak taktik kazançları stratejik geleceğe tercih ettiler. Denizciliğin ekonomi boyutuna her kapsam ve yönde bakmamızın zamanı gelmiş ve geçmektedir. Devlet bu konuda öncü olduğunda sektörlerin kısa sürede kalkınacağı ve küresel çapta oyuncu olabileceğini söyleyebilirim. İnşaat, tekstil ve turizm bunun ispatıdır.

SOSYOKÜLTÜREL BOYUT

Devlet ve Türk halkının denizcileşmesinde en önemli bir diğer alan şüphesiz “deniz ve denizcilik kültürü”dür. Denizciliğin temeli olan deniz kültürü, maalesef gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemlerinde halkın günlük yaşantısına girememiştir. Deniz kültürünün halka mal edilmesi, bu kapsamda deniz ve denizciliğin önce halka tanıtılması, sonra sevdirilmesi ve yaygınlaştırılması hiç denenmediği için başarılamamıştır. Bu kapsamda amatör denizciliğin yaygınlaştırılması, başta gençlerimiz olmak üzere büyük çoğunluğa yüzme öğretilmesi, küçük tekne denizciliği ve amatör balıkçılığın geliştirilmesi göz önüne hiçbir zaman alınmamıştır. Eğitim ve öğretim dünyasındaki hâkim kara odaklı kültür ile 1947 sonrası kanser gibi yayılan batıcılık etkisi ile 2002 sonrası artan dinsel etki, bırakalım denizcileşmeyi, Türk öğrenciyi sorgulayan, araştıran, laik düşünceyi öğreten bilimsel temellerden bile uzaklaştırmıştır. Üzülerek ifade etmeliyim ki, Türkiye’de hiçbir siyasi partinin programında halkın denizcileştirilmesi bugüne kadar yer almamıştır. Bu nedenle devlet, Atatürk dönemi hariç tarihin hiçbir döneminde halkın denizcileşmesine kafa da yormamıştır. Türkiye’nin 21. Yüzyılda denizcileşmesinin önündeki en büyük engelin bu olduğunu söyleyebilirim. Zira devlet denizci olmadığından halkın denizci olması kolay değildir. Tarihte bunu başaran da yoktur. Üzerine en çok gidilmesi ve fikir üretilerek fiiliyata geçirilmesi gereken alandır.

TÜRKİYE'NİN DENİZCİLEŞMESİNİN İKİ ANAHTARI VARDIR

Birincisi Devlet/Hükümetin iradesi, ikincisi halka denizin sevdirilmesi ve denizcileşmesidir.  Devletin egemen gücü, yasama ve yürütmede denizciliği gerçek anlamda partiler üstü bir ülküye dönüştürerek siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda elle tutulur projelerle somutlaştırabilir ve hepsinden önemlisi “Toprak Gemi” Anadolu’nun iç kısımlarına deniz kültürünü taşıyabilirse, Türkiye’nin kaderi değişecektir. Bir Fransız düşünürün zamanında söylediği gibi “Gemi yapmak istiyorsanız, milleti sadece odun toplamak, malzemeyi getirmek ve iş bitsin diye çağırma, millete denizin güzelliğini ve zenginliğini anlat.” Deniz kültürü ile farkındalığı artacak Türk milleti, denizciliğin her alanında ekonomik çıkarlarını çoğaltıp, genişletirken, denizi ve onun eşsiz kültürünü yaşam tarzının önemli bir parçasına vazgeçilemeyecek şekilde ekleyebilecektir.

DENİZCİLEŞMENİN LOKOMOTİFİ GENÇLER OLACAKTIR

Tüm Anadolu’yu Mavi Vatan üzerinden laiklik, modernite, çoğulcu demokrasi, eşitlik, özgürlük ve gönenç sembolü deniz uygarlığı ile buluşturmanın itici ve talep edici gücü gençler olmalıdır. Zira gelecek onlarındır. Emin olsunlar ki Mavi Uygarlığın sunacağı gelecek bugünden çok daha güçlü, zengin, onurlu ve itibarlıdır.

Yeni küresel jeopolitik ortama hazırlık ve yeni güvenlik ve dış politika parametrelerinin denizci devlet paradigması altında geliştirilmesi için, iç politikada vizyon birliğinden, ekonomik alanda üretim biçim ve ilişkilerine kadar detaylı alt ve üst yapı planlamalarının yapılması gerekir. Günlük kararlar ile denizcileşme ve yeni jeopolitik ortama uyum sağlamak mümkün değildir.

Bu yazıyı ünlü deniz tarihçimiz Ali Haydar Emir Alpagut’un Balkan savaşının hemen sonrasında 1913 yılında Balkan bozgununda Ege Adalarını kaybettiğimiz bir ortamda Deniz Mecmuasına yazmış olduğu “Donanma İstemezük“ başlıklı müstesna yazısının son paragrafı ile bitirelim.

“Denizler tükenmez bir servet ve kuvvet membasıdır. Osmanlı milletinin tabiatında ise denizcilik olmayabilir. Ancak öyle bir memlekette oturmaktadır ki o memleket stratejik, politik ve ekonomik durumu itibarıyla denizlere hâkim bir milletle var olmak ihtiyacındadır. Osmanlı Asya’sı kendisine böyle bir sahip buluncaya kadar keşmekeşten kurtulamayacaktır. İnsanlar tabiatın kanunlarına uymazlarsa yaşayamazlar. Osmanlı Türkleri ya denizci olmaya veya eski vatanlarının kızgın çöllerinde çobanlık etmeye mahkûmdur.“