Yaz gelir, geçer… bitmez ama. Türkiye’ de, kuzey yarıküre kentlerinde biten yaz, Kızıl Deniz’ de, Bangladeş’ de, ya da dahası güney yarıkürede başlar, devam eder. Sıcağı bitmeyen enlemlerde geçtiğiniz, konakladığınız, kaldığınız her yer, devam eden yazın
Yaz gelir, geçer… bitmez ama. Türkiye’ de, kuzey yarıküre kentlerinde biten yaz, Kızıl Deniz’ de, Bangladeş’ de, ya da dahası güney yarıkürede başlar, devam eder. Sıcağı bitmeyen enlemlerde geçtiğiniz, konakladığınız, kaldığınız her yer, devam eden yazın, bitmez yolların ve süregidecek yolculukların sıcaklarıyla karşılar, ağırlar sizi. O yerin yaşayışıyla güçten düşerek, az hareket ederek, sersemleyerek ve de dahası alışkanlıklarınıza sırtınızı dönerek, yemem dediğiniz şeyleri yerken, yatmam diyebileceğiniz yataklarda yatarken( her ne kadar hayatını plansız ve önüne ne çıkarsa onu kabullenen bir gezgin gibi yaşasa da, midesi ve temizlik alışkanlıkları hayatının zoru olarak gezer yanında: ) biraz daha sarar, kuşatır, ısıtır sizi. Ömrünün çoğunu yollarda geçiren bir gezgin, yaz bitti diye terk etmez bir yeri, yaz geldi diye de gitmez bir yerlere. Çoğunlukla iklimden ve termometrenin ya da başka parametrelerin gösterdiği değerlerin dışında, bazen bazı sebeplerle yakınına düşse de, çoğunlukla başka şeylerin peşinde, iz’lerinde, ya da arayışında geçirir zamanını. Yollar boyunca düşleyip, yalnızlıklarında kabuslar getiren, arayış sürdükçe de oturduğu yere yerleşen yalnızlıkların kuşattığı algısı, anıları, korkuları bile vazgeçiremez artık bileti kesilmiş yolculukların heyecanından.
Durduğunuz yerde size yattığınız yatağı dar eden bu duyguların yanında, bir de hayatın gerçek yüzünde dönen dünya, denizlerden varılmış kentlerin birinden kaldırır sizi ve diğer kentlere giden suları çeker ayaklarınızın altından. Zaten biraz da med-ceziri ile büyüsüne kapıldığınız dünyanın dışındaki, evrenin o sonsuz karanlığında size göz kırpan ve hayatınızın bir parçası olan o denizleri ayaklarınızın altından çeken ay, o büyü ile gidebildiğiniz yere dek, götürür sizi. Korsan denizlerinde geçirdiğiniz onca sıkıntılı günden, kaçırılabileceğiniz gerçeği ve endişelerinden ve yaşadığınız bir korsan saldırısının ardından “bir daha kolay kolay gelmem” dediğiniz sulara geri getirir sizi. Kaçarken, arkanıza bakarken, endişeye dalıp da uykularınız kaçarken, gitmem deyip peşine düşer ya da zorunlulukla tam içine düşerken gördüğünüz hep aynıdır, çarptığınız hep aynı duvar: gerçek!..
Programını yaptığınız gemi, hayalini kurduğunuz denizler, merakla harita üzerinde gezdiğiniz kentler, bir başka gerçeğin gecikmiş ve geçmiş programında kalırken, siz istediğiniz sürece hepsi sizin olan diğer tüm denizler ve gemiler, usulca girer hayatınızın bir yerine. Öyle ki Tunus’ dan hareket edip, Süveyş Kanalı’ndan geçip, Kızıl Deniz ve Aden Körfezi’ ni geçtikten sonra Hint Okyanusu’nu aşarak Bangladeş’ e varacak bir geminin borda iskelesinden gemiye tırmanırken bulursunuz kendinizi. Fakat bu defa bir fark vardır yanınızda, hatta sayısal ve tam olarak 2 fark: Türkiye’ den Kahire’ye uçup, oradan da gemiyi beklemek üzere Süveyş Kanalı’nın hemen girişinde bulunan Port Said Şehrine geçerken, tüm Hint Okyanusu geçişi boyunca bizi bölgedeki korsan saldırılardan korumak üzere iki SAT(su altı taarruz) komandosuyla birlikte çıkıyoruz yola.
Evden Atatürk Havalimanına gitmek için ayrıldığımızda, gideceğimiz liman olan Bangladeş- Çittagong Limanı’nın haritalarını evde unuttuğumuzu, havalimanı giriş kapısındaki ilk arama noktasında fark ediyoruz. Hemen arkamızda duran Zeki Demirkubuz ile bir bakışımlık mesafedeyken, evde kalan haritaları almak için bavullarımı ve orada gemiye giderayak iki çift laf edebilme şansını Ümit’ e bırakıp, hızla geçmekte olan bir taksiyi çevirip, yaşlıca şoföre “acayip süratle eve kadar gidip dönmemiz gerektiğini” söylediğimde, trafikte her zaman çileden çıkmama sebep olan zikzakçılar gibi, şehir trafiğinde yer yer 120km. hızla, yarım saatte eve gidip, haritaları alıp, evimle yeniden vedalaşarak dönüyorum. Bu arada gemide bize refakat edip-koruma sağlayacak korumalarımız olan iki sat komandosuyla buluşmuş olan Ümit, biletleme işlemlerini gerçekleştirmek üzere Egypt Air peronunda beni bekliyor. Tabiî ki Zeki Demirkubuz’ da her nereye gidiyorsa( Kahire’ye gitmediğinden eminim) kendi peronuna doğru geçmiştir ama o yoğunlukta ben, ancak uçağa bindiğimde anımsıyorum. O esnada dünyanın en kötü yemeğini yiyebileceğiniz belki de yegane firmanın Egypt Air olduğunu önümüze gelen yemekle fark ediyor, gelecek iki gün boyunca da Port Said’ de kaldığımız otelde, gemiye gelinceye dek neredeyse bir şey yiyemiyorum…
Daha önce hiç bir sat komandosuyla karşılaşmamış olan ben, “security guard”larımızı görünce şaşkınlığımı pek gizlemiyorum. Çok iri yarı, devasa boyutlarda ve niyeyse daha soğuk olmalarını beklediğimi(ortalama insan algısında böyle olduklarını varsaydığımı da ekleyerek) söylediğimde onları güldürüyorum. Havalimanından itibaren, gemiye katılıncaya kadar Port Said’ de beklediğimiz gelecek iki gün boyunca da, gelecek sayıya saklayacağım detaylar ve korsan bölgesi geçişi boyunca da, hem mevcut durumlara, hem de yaptıkları işe ilişkin görüşlerini, sorularımızla yorduğumuz sat komandosu guardlarımızı ve onlarla yaşayacağımız korsan bölgesi tecrübelerimizi aktarmaya devam edeceğim.
Otelde kaldığımız iki günün ardından sabah saat dörtte gemiye katılmak üzere, gümrükten çıkış işlemlerimizi yapıp, kanal girişine yakın bir noktada, gemiye katılmak için bizi almaya gelen motora binip, henüz hiç görmediğimiz gemimizi beklerken, kuzey yönünden trafiğe yeni açılan Süveyş Kanalı girişinde, gelen gemiler içerisinde bizimki olsun istediğimiz gemileri seçerken, nihayet karşıdan bize doğru gelen gemiye, önde Ümit, arkasından ben ve arkamdan diğer iki sat komandosuyla birlikte borda iskelesinden gemiye çıkıyoruz… Yolumuz açık, pruvamız neta olsun!..
Not: Bu yazı daha önce Dipnot Tablet Dergi’ de yayınlanmıştır.
Sitem Ateş
Uzakyol 5.Kaptanı
[email protected]