Kış günü açan o sinsi güneşin durumunu bu sabah hiç beğenmedim…
Perdenin arkasından kuşkuyla Bostancı’ya doğru bakıyorum…
Haftanın ilk iş günü, hele ki bu sabah saatlerinde gizlice ortaya çıkan güneş, ardından kendi gibi sinsi bir güney rüzgârı getirmişse ada halkı olarak hapı yuttuk demektir!
Üstelik aylardır hazırlandığım sunum da sabah saatlerinde… Bu yüzden işe gitme durumu riske giren herkesten biraz daha tedirginim bu sabah… Ya seferler iptalse?
Apar topar giyinip evden çıktığımda, adanın dar sokaklarından aşağıya, iskeleye doğru yürürken herkesin yüzünde benzer bir telaş ifadesi vardı…
İlk köşeyi döndüğümde balıkçının manav ile olan sohbetinin orta yerinden geçmek zorunda kaldım.
“Yok ağabey, yok… Kesin iptal! Sabah 06:50 de çalışmadı zaten…”
Duymazsam yadsıyabilirim diye düşündüğümden bu sohbeti hiç duymamış gibi hızlı adımlarla döndüm köşeyi… Ancak sokağın sonuna doğru köpük köpük kabaran denizin tehditkâr ıslığını duymaya başlamıştım. Bu ıslık hiç hayra alamet değildi, ama yine de iskeleye varana kadar ümit etmekten vazgeçmeyecektim. Hızla birkaç adım daha atarak sahile ulaştım ve kış ayında kimsesiz kalmış çay bahçelerinin arasında hayal kırıklığıyla öylece dikilip kaldım…
08:15 vapuru yolcu almaksızın öylece iskelede yatıyordu ve görevini yapamamış olmaktan dolayı biraz utanmış olacak ki vuran her dalgada başını denize doğru seğirtiyordu.
İskele önünde duruma itiraz eden adalıların sesi kulağımda bir uğultuya dönüşmeye başlamıştı…
“Yahu koca gemi, şuncacık rüzgarda neden hareket edemesin? Bal gibi de çalışır be!”
“Haklı… Haklı… Adam haklı….” diye homurdanıyordu birkaç kişi…
“Eskiden böyle miydi… Ahhh… Ah…” diye iç geçiriyordu bir başkası arka sıradan… “Ne havalarda ne fırtınalarda geçerdik İstanbul’a…”
Bu cümlelerden utanan vapur kendi gücüyle denize doğru hamle yapmaya çalışsa da onu bordasından karaya bağlayan halatlar buna mani oluyordu. Gıcırtılarından anlayabiliyordum. Aslında gerçekten de gidilmeyecek gibi değildi ama iptal olduğu söylenmişti bir kere… Dakikalar ilerledikçe iskeledeki kalabalığın sinir katsayısı da katlanarak artıyordu. Ben turnikelerin önünde voltalıyor, telefon üzerine telefon açarak altı aydır hazırlandığım sunuma neden yetişemeyeceğimi açıklamaya çalışıyor ve çalışan ilk vasıtayla geleceğime dair sözler veriyordum… İşe şimdiden geç kalmış çalışanlar, ilk dersi katiyetle kaçırmış olan öğrenciler, hastanede randevusu olan birkaç tonton teyze de dahil olmak üzere oldukça sinirli bir gurup olmuştuk… Kalabalığın içinde dolaşan ve bize göre oldukça neşeli olan bir adam ise mağdur olmuş bunca insanın asabını ayrıca bozuyordu. İskele güvenliği yola çıkmanın imkansız olduğunu, ellerinden bir şey gelmediğini söyledikçe durumdan daha bir keyif alıyordu sanki?
Hatta sınavı olan öğrencilerden biri görevliye isyan edip de “Talimat Böyle, Çalışmayacak.” cevabını aldığında arkasını dönüp kıs kıs güldüğüne yemin bile edebilirdim…
08:15 den umudu kesip bir sonraki vapuru beklerken, kalabalıkla şikayet etmekten çok bu sinir bozucu adamı izlemeye başladım. İskele girişindeki bir banka oturmuştu ve kış ortasında sırtına vuran güneşle keyif içinde gülümsüyordu. Bu kargaşa içinde halinden memnun olan tek kişi oydu…
Hoş bir adamdı aslında… Ve sıcak iklime alışkındı sanırım? Aralık ayının ortasında bizim kocaman paltolarla dolaştığımız bu mevsimde ince bir kazak ile elleri cebinde üşümeksizin öylece oturmuş sırıtıyordu. Adamı dikkatle süzerken birden telefonun titreşimiyle irkildim. Duymak istediğim en son seslerden biri, oldukça resmi bir ifadeyle yarım saat içinde orada olmazsam toplantının iptal olacağını bildiriyordu...
“Ama bu imkans…” cümlemi bitiremeden telefon kapandı.
Vapur çalışsa bile artık olan olmuştu anlaşılan… Denize doğru okkalı bir küfür savurup telefonu çantama koydum. Bu halim sinir bozucu adamı eğlendirmiş olacak ki büyük bir kahkaha patlattı o an.
Tüm sinirimi kimden çıkaracağım belli olmuştu…
Üzerine doğru yürüyerek tüm hiddetimle yükseldim, gözlerimden ateş çıkacaktı sanki?
“Derdiniz ne sizin!” Ve anlam veremediğim bir öğretmen edası takınarak,
“Komik bir şey mi var? Söyleyin de hep beraber gülelim!” dedim.
Genç adam bozulmuştu. “Afedersiniz, sanırım yanlış anladınız? Ben size gülmüyordum.” dedi.
Utanmıştım. Bu kadar pişkin bir adamın laubali bir cevap vereceğinden ve o, keyifle sırıtırken sabah sinirimi ondan çıkarabileceğimden o kadar emindim ki? Tepki vermeden yüzüne bakmaya devam ettim. Adam oldukça kibardı, yanındaki bankta biraz yer açarak,
“Lütfen oturun.” dedi. “Oldukça sinirlisiniz, sakinleşin biraz”
Haklı olabilirdi… Zira sinirden başım çatlıyor, kulağımda tuhaf bir ses çınlıyordu. Derin bir nefes alıp banka oturdum.
“Kusura bakmayın.”
“Yo, mühim değil” dedi o. “Adalı mısınız?”
Sinirle başımı sallayarak
“Evet” dedim. “Siz?”
Biraz düşündükten sonra,
“Aslında bu sefer geçerken uğramıştım kısa bir ziyaret için, ama burada çok bulunurum. Yani bir açıdan adalı sayılırım bende” dedi.
Tuhaf bir cevaptı, ama fazla kurcalamadım. Adam konuşkandı.
“İnsanların bu kadar abartmasını anlayamıyorum.” dedi küçümsercesine… Bir yandan sırıtarak yine denize bakıyordu ve sabrımı ne kadar zorladığına dair hiçbir fikri yoktu…
“Abartmak mı?” diye çıkıştım adama “Altı aydır hazırlandığım toplantı bu sabahtı!”
“Kötü bir tesadüf” dedi adam. “Ama bazen biraz mola vermek iyidir.”
Ya gülümsemesi bulaşıcıydı ya da artık sinirden gülüyordum?
“Mola mı? Aylarca çalışıp, her şeyi tamamlayıp tam da başarılı olacağım sırada mı? Komiksiniz… Ah… En azından şu 09:20 çalışaydı...”
Düşünceli bir ifadeyle,
“Bence hiç iyi olmazdı” dedi bu sefer. “Rüzgâr daha da sertleyecek ve vapur çalışsaydı Kınalı Ada’yı geçtiğinde artık içinde olmak istemezdiniz.”
Ukala bir bakışla adama küçümser bir bakış attım.
“Maşallah, meteoroloji gözlem istasyonu gibisiniz ama yanılıyorsunuz. Bence deniz gayet yola çıkılabilecek durumda ve rüzgârın sertleyeceği falan da yok. Hem bu konuda size göre daha iyi tahminde bulunabileceğimi sanıyorum çünkü ben bir denizciyim ve rüzgârdan anlarım.”
Adamın yüzünde yine bir tebessüm belirmişti.
“Güzel bir meslek ama yine de bazen rüzgâra biraz hürmet etmenizi tavsiye ederim. Unutmayın doğaya karşı durursanız sonunda mutlaka o kazanır.”
Nedendir bilmem üzerimde bir küstahlık vardı, mesleki açıdan bir hakarete falan uğramış gibi hissediyordum. Belki de sadece rüştümü ispat etmek için,
“Siz ne iş yaparsınız?” diye sordum.
“Bölgesine göre değişir.” dedi adam.
“Anlıyorum. Serbest meslek yani…” diyerek sırıttım. Alaycı gülümsemesi kesinlikle bulaşıcıydı?
Bir kahkaha patlatarak,
“Yoo, hayır” diye güldü. “Serbest meslek ha, bu çok iyiydi… Bunu kullanabilirim!”
Şaşkın şaşkın suratına bakıyordum.
“Bölgesine göre değişir dediniz? O halde işiniz nedir ki?”
Bu defa o, aynı alaycı sırıtmasıyla beni süzerek,
“Mesela Marmara Bölgesi’nde isem işim denizcilerin korkulu rüyası olmaktır.” dedi. “Hatta İstanbul Boğazı’nda benimle karşılaşmayı hiç istemezsiniz.”
Denizciyim dediğim için bana takılıyordu sanırım? Ama son cümlelerini kurarken sesinde bir ciddiyet de vardı… Camia küçük ve devlet dairesinde karşılaşacağım birilerini incitmek hiç de iyi olmazdı. Cümle yapısına biraz daha dikkat ederek,
“Kıyı Emniyeti’nde ya da İstanbul Liman Başkanlığı’nda falan mı çalışıyorsunuz?” dedim.
Bu defa ki kahkahası ağız dolusuydu…
“Hayır.” dedi. “Ama aslına bakarsanız yaptığım iş orada onları da etkiler”…
Sohbet ürkütücü bir hal almaya başlamıştı ki adam gözlerime bakarak, tokalaşmak için bir elini bana doğru uzattı.
“Adım Lodos ve bugün ada da mahsur kalmanıza sebep olan o sinsi güney rüzgârı benim.”
Sunumumu hatırlayarak “seni aşağılık herif!” diye adamı yumruklamayı içimden geçirdiysem de tokalaşmak için elimi tuttuğumda içimdeki öfke yerini müthiş bir dinginliğe bıraktı…
“Yani siz şimdi?... Gerçekten de burada?”
Lodos rüzgârı gülümsüyordu,
“Adayı severim, çoğu zaman kendi çıkardığım gürültü patırtıdan saklanmak için sığınırım buraya… Kendim sığınmışken de kimsenin yarattığım tehlikede denizde olmasını istemem. Bugün denize çıkmak gerçekten tehlikeli ve hiçbir sunum bu riske değmez.”
İnatçı bir tebessümle,
“Yani bir sonraki vapur da çalışmayacak…” diye mırıldandım.
Muzipçe gülümseyerek,
“Hayır.” dedi Lodos. “Çalışmayacak.”
Sunum için üzülürken bir yandan da iskelede toplanan sinirli kalabalığı süzüyordum… Müthiş bir telaş ve panik içerisindeydiler… Ve sersem bir güney rüzgarına karşı ne kadar çaresizdiler…
Yanağıma düşen bir tutam saçı incecik parmaklarıyla kulağımın arkasına attı lodos, yumuşacık bir rüzgar insanın saçlarını nasıl okşarsa işte aynı öyleydi…
“Lütfen bana kızmayın” diye fısıldadı “Bazen planlanmayan bir anda verilen küçük bir mola gerçekten iyi olabilir?”
Bu söylediği hoşuma gitmişti… Belki de sunum beğenilmeyecekti diye geçirdim içimden… Ve oturduğum bankta başımı öne eğmiş öylece gülümserken sinirli kalabalığın içinden çıkan bir arkadaşımın yanıma geldiğini fark ettim.
“Yahu tek başına oturup ne yapıyorsun bu bankta? İskeleye gel de bize katıl, en azından bir sonraki vapurun çalışması için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.”
Muzip bir ifadeyle sinirden yanakları pembeleşen arkadaşımın yüzüne baktım ve
“Boşuna uğraşmayın, çalışmayacak…” dedim.
Arkadaşım şaşkındı… “Bugün çok önemli bir sunumun yok muydu senin?”
Gülümseyerek çantamı sırtıma attım. Ve “Bazen planlamadığın anda küçük bir mola vermek iyi olabilir” diye söylendim.
Evin yolunu tutmuş ağır ağır yürürken arkadaşım hala arkamdan bakıyordu…
Ada sokaklarını örten sonbahar yaprakları ise gemileri durduran lodos rüzgarı ile tatlı tatlı dans ediyordu.