Tarihi değiştiren mektup 100 yaşında
Tarihimizde devlet kaderini etkileyecek öyle mektuplar vardır ki, yeni rotalar belirlemiş, yeni fırsatlar çıkarmış kısacası bugünümüzü şekillendirmiştir. Bunların içinde şüphesiz en önemlisi Mustafa Kemal (Atatürk)’ün Rusya lideri Lenin’e yazdığı 26 Nisan 1920 mektubudur. Büyük Millet Meclisinin açılışından 3 gün sonra Meclis Başkanı sıfatı ile Mustafa Kemal, TBMM’nin Moskova Hükümetine Birinci Teklifnamesi mektubunu imzalar. Bu belge milli iradenin resmi ilk dış politika girişimi, aynı zamanda Meclisin ilk görüştüğü konulardan biridir. Milli hükümet (İcra Vekilleri Heyeti) 4 Mayıs 1920’de kurulur. 5 Mayıs’taki ilk toplantısının birinci gündem maddesi Rusya ile ilişkiler konusudur. 26 Nisan mektubu emperyalizme karşı girişilecek ortak mücadeleden bahisle Rusya’dan 5 milyon altın, silah, cephane ve malzeme talep eder. Mektuba cevap, 3 Haziran 1920'de Dış İlişkiler Komiseri Georgiy Çiçerin imzasıyla gelir. Böylece emperyalizm ile eş zamanlı mücadele eden iki ülke arasında ilk resmi ilişki başlamış olur.
MEKTUP VE ANADOLU’NUN BEKA SORUNU
Mektubun Meclisin açılışından 3 gün sonra çok büyük bir öncelikle gönderilmesi ve bakanlar kurulunun (icra vekilleri heyeti) kurulduktan bir gün sonra Rusya ilişkileri gündemiyle toplanmasının pek çok nedeni vardır. Ancak en büyük neden ‘Beka’dır. Hayatta kalma gereğidir. Aynı sorun, Rusya için de geçerlidir. Zira iç savaş ve işgal altındadırlar. Her iki devletin birbirine ihtiyacı vardır. Emperyalizm Ankara’yı hem batıdan hem doğudan sıkıştırmaktadır. Anadolu topraklarında emperyalist devletlere ait 100 bin üzerinde bir işgal ordusu mevcuttur. Her coğrafi sektörde istila ve zulüm başlamıştır. Bu güçlerin yanında Damat Ferit’in Kuvayı İnzibatiyesi, millicilere karşı isyanlar ile Ermeni, Rum çeteciler Ankara’yı sıkıştırmaktadır. Meclis’in toplanması bile sonradan Mustafa Kemal’e isyan ve ihanet eden Çerkez Ethem gibi düzensiz çete gücünün taktik başarısı sayesinde mümkün olabilmiştir. Doğuda ise Kafkas Seddi vardır. Durum ümitsizdir. Batıda savaşmak için, doğuya sırtını yaslamak isteyen Mustafa Kemal, Kafkas Seddini yıkmalıdır. Doğu sınırları halledilmelidir. Komutanlara çektiği 5 Şubat 1920 tarihli telgrafında, “Kafkas Seddi’ni Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp bu seddi İtilaf Devletleri’ne yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz” demişti.
1920 yılının Nisan ayında emperyalizm acımasızca ilerliyordu. Büyük Ermenistan için düğmeye çoktan basılmıştı. 23 Nisan 1920 yani TBMM’nin ve milli iradenin dünyaya ilan edildiği gün, ABD Ermenistan hükümetini resmen tanıdığını ilan etmişti. Halbuki Ermenistan, Taşnak Partisinin iktidarında 28 Mayıs 1918’de kurulmuştu. Ancak ABD özellikle bugünü seçmişti. Mustafa Kemal’in Lenin’e mektup gönderdiği 26 Nisan 1920 tarihinde de San Remo/İtalya’da toplanan Müttefik Güçler Yüksek Konseyi ABD Başkanı Woodrow Wilson’a Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis’i içine alan ve denize çıkan Ermenistan sınırlarını çizme sürecinin hakemliğini yapma görevini teklif etmişti. ABD Başkanı, bu görevi 17 Mayıs 1920'de kabul etti. Birinci Dünya Savaşı sonrası yorgun ve zayıflamış Avrupa emperyalizmi, Ermenileri koruma ve kollama görevini ABD’ye vermişti. Wilson, 24 Kasım 1920’de bu görevi yerine getirdi. Osmanlı hanedanının imzaladığı Sevr Anlaşmasının hükümleri en büyük gerekçesiydi.
Mustafa Kemal strateji dehası idi. Henüz 4 yıl önce Birinci Dünya Savaşında Muş ve Bitlis’in geri alınmasında Çar Ordularına karşı savaşan Mustafa Kemal, bu kez devrim sonrası Bolşevik Rusya’dan destek talep ediyordu. Neticede mektuptan 15 gün sonra 11 Mayıs’ta Dışişleri Vekili Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, Moskova’ya hareket etti. Ancak 19 Temmuz 1920 tarihinde varabildiler. Yanlarında 8 Mayıs 1336 (1920) tarihli 7 maddelik bir Toplantı Talimatı vardı. Bu gizli talimatın iki nüsha yazıldığını ve bir nüshasının Doğu Cephesi Komutanı (Eski adıyla 15. Kolordu) Kazım Karabekir Paşa’da kaldığını 1960 yılında yayınlanan İstiklal Harbimiz isimli hatıratından (Türkiye Yayınevi, Sayfa 769) öğreniyoruz. Talimatın lafzı ve ruhu, o dönem Türk-Rus ilişkilerinin omurgasını çatan Mustafa Kemal, Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy) Paşalar ile Dışişleri Vekili Bekir Sami ve İktisat Vekili Yusuf Kemal’in gelecek günlerde Türkiye’nin kaderini belirleyecek ilişkiye bakışının teorisini vermektedir. 7 madde içinden üç madde dikkat çekicidir. İkinci madde: “Türkiye’nin isteği, milli sınırları içinde iç ve dış tam bağımsızlık içinde yaşamak ve bu temel isteğin sağlanması şartıyla Rusya ile kader ve gelecek birliğini (Tevhid-i Mukadderat ve İstikbal) kurmaktır.” Dördüncü Madde: “Boğazlardan yararlanma tüm Karadeniz ülkelerine serbest olacaktır. Bunu sağlamak için İstanbul Boğazına tahkimat yapılmamak, İstanbul’a Rus Donanmasının gelmesinin bizim takdir ve isteğimize bağlı olmak üzere Çanakkale Boğazı tahkimatını Ruslarla birlikte savunmamızdır. Bu koşullardan daha fazlası Rusların Çanakkale tahkimatını bağımsız ellerinde bulundurmaları ya da İstanbul’a istedikleri zaman donanma göndermeleridir ki her iki durum da İstanbul’un elimizde bulundurulması kuralını bozar. Ruslara boğazların tam serbestiyetini anlaşma ile sağlamak ya da boğazların savunma ve denetimini Karadeniz sahildarlarının ortak meselesi olarak kabul ettirmek iyi bir çözüm yoludur.”
Altıncı Madde: “Dışarıdan yapılacak yardım: Para, savaş araçları, makineler, gerekirse askeri birlikler (indelhace kıtaat-ı askeriye)”
Karabekir hatıratında talimatın ikinci maddesini eleştiriyor. “Burada en göze çarpan ikinci maddedeki Rusya ile kader ve gelecek birliği konusudur. Eksikliği aranan madde de doğu sınırlarımızın durumudur. Kader birliği meselesi pek kapsamlı ve karmaşıktır. Heyette bulunan iki vekilin de kafası karışıktır. Bana şunu sordular: Her neye mahal olursa olsun batı devletleri ile mi anlaşmalı? yoksa Bolşeviklerle mi birleşmeli? Yani açıkçası batı devletlerinin idaresine mi girmeli? Yoksa Bolşevik olup Sovyet hükümeti ile mi birleşmeli? Bu da Rusların idaresine girmek demektir. Kendilerine ne o ne de öteki dedim. Meselenin iki değil, üçüncü yolu vardır. Her iki şekil de bağımsızlığımızı kaybetmek, yani ölmektir. Ölümün hançerle mi? Tabanca ile mi tercih olunmalıdır diye münakaşası faydasızdır…. Ruslarla yapılacak şey, madem ki ikimizin de düşmanı müşterektir şu hâlde tabii dostuz ve müttefikiz. Aramızda hudutlarımızı ve yapabileceğimiz işleri tespit edelim maddi manevi mütekabil yardımları taahhüt altına alarak, zaten ayrı ayrı başladığımız işlerimizi yürütelim. Bizim ihtiyacımız para, savaş malzeme ve araçlarıdır. Yapabileceğimiz ise dindaşlarımızın üzerine tesir ve Ermeni engelini kaldırmaktır.”
Diğer yandan 4. ve 6. Maddeler milli güçlerin kurtuluş savaşını devam ettirebilmek için ne denli zor durumda olduklarının göstergesidir. Çanakkale’nin tahkimatının gerekirse birlikte yapılmasının düşünülmesi donanma yokluğunun ve 1,5 yıl önce biten Birinci Dünya Savaşında yaşananların kurucularımız üzerinde yarattığı psikolojinin bir sonucudur. (Mondros’tan 3 gün sonra 3 Kasım 1918’den itibaren boğazdaki mayınların taranması, tüm bataryaların imhası başlamıştır.)
SAĞLAM TEMELLER
Birinci ve 1921 Ocak ayındaki ikinci görüşmeden sonra artık sağlam temeller atılmıştır. Her iki taraf da aklın, karşılıklı saygı ve erdemin gereği bir nevi Karabekir’in üçüncü yoluna sadık kalır. Rusya, Türkiye’de Bolşevizm hareketlerini desteklemez. Türkiye, Sakarya’nın doğusuna çekilecek kadar zor durumda kalsa da emperyalizmle mücadeleden ödün vermez. Dişi ile tırnağı ile savaşır. 16 Mart 1921’de Moskova’da Türk-Sovyet Antlaşması imzalanır. 16 Mart tarihi bilhassa seçilmiştir. Şehzadebaşı Katliamı ve İstanbul işgalinin yıldönümüdür.
Diğer yandan anlaşmanın imzalanmasından 9 ay öncesinde Rusya, milli güçlere ilk deniz sevkiyatını başlatır. Bu bile iki devrimci liderin birbirine olan güveninin bir işaretiydi. Rusya’dan 300 bin tona yakın silah ve cephane taşıyan sevkiyatlar büyük taarruza kadar devam etti. “Gözüm Sakarya’da Kulağım İnebolu’da” diyen Mustafa Kemal’in süvarileri, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e girdi. Savaş bitmişti. Mustafa Kemal büyük zaferden emin olarak 8 ay önce, 4 Ocak 1922’de Lenin’e son mektubunu yazar. Şöyle der: “Türkler ve Rusların, tarihi, yüzyıllarca süren kanlı savaşların gürültüsüyle doldurduktan sonra, bu kadar çabuk ve bu kadar bütünsel bir şekilde uzlaşmaları, öteki milletleri şaşkınlığa uğratmıştır. Bu anlamda da Türkiye, Rusya’ya, bilhassa son birkaç ayın Rusya’sına Batı Avrupa’ya olduğundan çok daha yakındır… Türkiye, Sovyet Rusya’ya karşı takip ettiği siyasetten geri adım atmayacaktır ve bu konuya dair yayılmış bütün söylentiler katiyen yanlıştır… Yine aynı şekilde sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya dolaylı olarak asla hiçbir anlaşmaya ve ittifaka dâhil olmayacağız.”
Atlantik sistemin ve Washington Konsensüsünün derinden çatırdadığı, Asya yüzyılının başladığı, Kovid-19 sonrası yeni küresel sistemin oluşmaya başladığı günümüzde, tam tamına 100 yıl önce bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin imkânsız gibi görünen kurtuluş ve kuruluşunu mümkün kılacak süreci başlatacak bir mektubun yazıldığı yakıcı ve öldürücü koşulları düşünürsek, bugün umutlu ve ümitli olmak için pek çok nedenimiz vardır. Devletlerin ebedi düşman veya dostları yoktur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 16 kez, Mustafa Kemal Atatürk’ün ise 1916 Mart’ında savaştığı Ruslarla, cumhuriyetin kuruluşunun yolunun taşlarının döşeneceğini kim düşünebilirdi? Demek ki tarihin yaratıcılığı insanın önünde. 23 Nisan 1920 koşullarında sorulsa, mecliste sadece bir kişi bugünleri hayal edebilirdi. Yaşayan kuşaklar 100 yıl öncesinden ders almalı, Atatürk’ün bağımsız Türkiye’yi kurarken verdiği mücadeleyi hatırlamalıdır. Onun stratejik zekâsı ve jeopolitik aklının ürünü olan Moskova ile pragmatik işbirliğinin en sonunda kendine özgü ulus-devlet modeline hayat verdiği gerçeği geleceğimize rehberlik etmelidir.