Yücel Hocam’ın kaybı sonbaharın hüznüyle buluştu…İnanamıyorum…Ardından ne yazılabilir? Dik başlı, güzel insan Yücel Hoca’yı nasıl anlatabilirim?İnatçı kişiliğini mi? Savaşımını mı? Günde iki paketten fazla içtiği sigarasını mı?Keyifli olduğu dost sohbetle
Yücel Hocam’ın kaybı sonbaharın hüznüyle buluştu…İnanamıyorum…
Ardından ne yazılabilir?
Dik başlı, güzel insan Yücel Hoca’yı nasıl anlatabilirim?
İnatçı kişiliğini mi? Savaşımını mı?
Günde iki paketten fazla içtiği sigarasını mı?
Keyifli olduğu dost sohbetlerinde, hele bir iki kadeh de rakı içmişse, rica edenleri kırmayıp söylediği türküleri mi?
Hangisini?
Biraz ortak anı, kopuk kopuk ve uçuşan düşünce kırıntıları,
bir hayli söz ve tartışma, çokça da özlem …
İşte bu kadar…
İnsan sevdiği kişinin ölümü karşısında başka ne yazabilir ki?
Belki çaresizliği…
Çaresizlik şairin elinde şiire dönüşüyor.
Hangi şair ölüme ilişkin birkaç dize yazmamış ki?
Ne olursa olsun hayat devam ediyor. Ne demiş Nazım Hikmet?
Duymamak mümkün değilse de
biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu,
diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Yücel Odabaşı aydın ve bilge insandı. Kalbine yenik düştü.
Mesleğe adanmış, acılarla, özlemlerle, bedellerle, haksızlıklarla geçirilen bir ömürdü geride bıraktığı.
Konuşmalarındaki ince esprileriyle, felsefesinde insana duyduğu içten ve sıcak sevgiyle, mesleğindeki paha biçilmez bilgisiyle Hocam bize önderlik ediyordu…
İçimize düşen o karanlık boşluk…
Yaşam ve ölüm…
Hayatın en büyük gerçeğidir ölüm. ..
Düşünüyorum da, ölüm bir uyarı olabilir mi?
Ama insan denen varlık binlerce yıldan beri hangi uyarıya kulak verdi ki?
Dinsel olsun, doğasal olsun, bilimsel olsun hep uyarıldık,
Hep akla, sağ duyuya, barışa çağrıldık.
Ama kanlı savaşlardan, kardeş kardeşi kırmaktan, öldürmekten vazgeçemedik.
Sektör derin bir yas içinde…
Gecenin o zifiri karanlığı ve rüzgarın ıslık çaldığı saatlarde,
dolu dolu kahkahalar atarak, bir zafer sevincinin renklerini coşturan sesiyle Hocam 65 yaşında gidiyorum dedi ve gitti…
Uzun yaşadığı söylenemez.
Ama hayat uzun ya da kısa yaşamakla ölçülmez.
Zaten insan için hayatın yıllarla ölçümü kadar anlamsız yanlış bir işlem yoktur.
Hayat; bir insanın neler için yaşadığı, yaşamına nelerle anlam kattığı, hayatında neleri yaptığı, neleri yapmaktan sakındığı, ondan geri kalanların neler olduğuyla ölçülür.
Hocam istediklerini yaparak, istemediklerini yapmayarak yaşadı.
Düşündüklerini çekinmeden söyledi, doğasını saklamadan yaşadı…
Hocam güzel yaşadı. İstediği gibi yaşadı…
İstediği kadar mı yaşadı? Bunu bilemeyiz.
Hocam kısa yaşadı.
Daha uzun yaşamaya fizik gücü yetmedi…Ama beyni ve yüreği ile çok güçlüydü.
“Hüzün, gerçek acıların izdüşümüdür” diyordu Erdal Öz…
Doğruymuş, daha şimdiden hissediyoruz, bir taş gibi yüreklerimize çöken hüznü…
Öldüğünün haberini ilk duyduğumda bir parçamın koptuğunu, eksildiğini hissettim.
Bir yokluk duygusuyla kalakaldım.
Hayatı pek çoğumuzun aldığı kadar ciddiye almayan, bizim dövündüğümüz, üzüldüğümüz pek çok şeye boşver diyebilen Hocam ölüme yenilmişti demek.
Son yıllardaki birlikteliğim, gemi inşa sektöründeki çalışma hayatımın en verimli dönemiydi. Çünkü onun gibi ustadan çok şey öğrendim.
Çalışmalarımız sırasında aynı görüşte olmadığımız günler de oldu elbette. Birbirimize bir-iki kez kızmışızdır da…
Ama onun en pozitif özelliklerinden biri imdada yetişirdi hep. Unuturdu hemen..
Ertesi buluşmamızda hiçbir şey olmamışcasına konuşur, çalışır, üretirdik…
İçimde bir boşluk var.
İnsanın sevdikleri, sevenleri eksildikçe içindeki boşluk da büyüyor.
Yaş ilerleyip geride bırakılan yılların sayısı arttıkça eksilen sevgilerin yerine yenisi konamıyor.
Belki de bu nedenle “yalnız bırakılmışlık” duygusu o zaman daha güçlü,
daha derinden duyuluyor.
Önceki yıllarda ölümleri değiştirilemeyen gerçekler olarak kabul ediyor,
uzun zaman da alsa duyduğum acıların üstesinden gelebiliyordum.
Ama şimdi her ölüm benden de bir şeyler koparıp götürüyor.
Hocamı sonsuzluğa uğurladık, sevenlerinin ve dostlarının başı sağ olsun…