Edebiyatımızın önemli isimlerinden şair, yazar ve senarist Attila İlhan, 1925 yılında İzmir’de dünyaya gelmiştir. İlk romanı olan Sokaktaki Adam ise 1953 yılında yayınlanmıştır. Romanı tam olarak kaç yaşında yazdığı belli olmasa da 18 ya da 23 yaşında yazdığına dair söylentiler vardır. Attila İlhan’ın Zenciler Birbirine Benzemez ve Kurtlar Sofrası eserleriyle birlikte bir üçlemeyi oluşturan kitap, 1995 yılında eski eşi Biket İlhan tarafından filme çekilmiştir.

Kitabın konusuna gelecek olursak her şey Kamarot Yakub’un, ana karakter olan Kamarot Hasan’ın sözüyle kürk kaçakçılığına karışmasıyla başlıyor. Bulundukları gemi, romanda ismi ve hattı açıklanmamakla beraber, muhtemelen hem yolcu hem de yük taşıyan o dönemlere özgü gemilerden birisidir. 1945'lerde Denizyolları İşletmesi, Güney Akdeniz hattını açmıştı. 2. Dünya savaşının hemen sonrası, Avrupa perişan durumdaydı. Açılan bu hatta Beyrut - Kıbrıs - İskenderiye - Napoli - Marsilya ve Cenova Limanları bulunuyordu. S/S Adana ve S/S Ankara gemileri bu hatta sefer yapmaktaydılar.

S/S ANKARA - Deniz Haber

S/S ANKARA

"Rose-Marie’nin hayatını bilmem. Hiç merak etmedim. O da söylemedi. Yalnız zaman zaman gözlerini kırpar ve…

-'Canım müthiş sıkılıyor, Hasan', der; 'galiba bu günün birinde, kalkıp kolonilere gideceğim'.

Onun da canı sıkılıyor yani. Geçen defa beni oteline götürdü. Beraber yattık. Ve sonra ağladı. Bu da, budalaca bir şeydi. Onunla yatmam da, budalaca bir şeydi. Epey zaman var ki, budalaca olmayan bir şey yaptığımı hatırlamıyorum.

Rose Marie de bu fikirde:

“-Sen, diyor, daima kendini düşünüyorsun; hayır kendini değil. Ne bileyim, belki delinin birisin. Kendimi düşünmediğim muhakkak. Kendini düşünen insanlar, bir şilepte kamarotluk etmezler. Ellerinde olan ve olmayan her şeylerini başkalarına terkedip, parasız pulsuz kamarotluk etmezler. Para, bu meselenin anahtarı olamaz. Bunu çoktan anladım. Ölüm de! İnsanları seviyorum yalanını terkedeli hayli oldu. İnsanlar sadece canımı sıkıyor…”

Gemide çalışan mürettebattan kimileri o döneme özgü çeşitli eşyaları Avrupa limanlarında kaçak olarak gemiye sokmakta ve Türkiye’ye varışta yine gümrükten kaçırarak kaçak yoldan Türkiye’ye sokarak satmakta ve bu işten kazanç elde etmektedir. Yazar, kitabın hemen başlarında kaçak sokulan bu eşya ve ürünleri Kamarot yakub’un ağzından şöyle ifade eder:

İstanbul’a sokuldukça sancısı tutan yalnız ben değilim yâni. Çarkçısı tayfası lostromosu, ufak üzüm tüccarı gibi, bir o yana bir bu yana, volta vurup duruyor. Hele Adil yok mu, Yağcı Adil hergelesi? Napoli’de dedim kerataya: — Ulan nene gerek senin ipekli şarpa, dedim, baban da mı karısının boynuna ipekli şarpa sarardı? Kızmıştı bana. Hem üç beş tane de almamış: Yüz tane birden. Sürmene’li Hıfzı, yine karton karton, Amerikan cıgarası taşıyor, anlaşılan. Ben sevmem bu cıgaraları ya, iyi para ediyormuş diyorlar. Hıfzı’nın hakkıdır, fakirin: Yedi nüfus besliyor. Bizde bir kâtip muavini var, Selim: Beşiktaşlı bir oğlan. Onun derdi başka. Ha babam, karı resmi getirsin! Ama ne resimler, dedeni babanı baştan çıkarır. Nereden buluyor, nasıl buluyor bilmem, buluyor namussuz; her seferde en az kırk elli deste İstanbul’a sokuyoruz. Habezanlara malzeme. Rıza’ya bakarsan destesine on beş, yirmi beş kâat veren çokmuş. Allah artırsın! Başka ne denir? Gelgeldim, İstanbul’un kokusu yaklaştıkça, millette bet beniz kalmıyor.”

Yazar, denizcilik hakkında teknik detaylara varan bilgi sahibidir. Örneğin, Yakub, can arkadaşı Hasan’ı üst güvertede “manikanın” dibinde otururken bulur. Yolcular arasında mürettebatın yüreklerini hoplatan güzel kadınlar da vardır. Hele bir tanesini Yakub şöyle anlatıyor:

Marsilya’dan beri, gece gündüz zil çalan sarışın, küpeşteye yaslanmış. Rüzgâr saçlarını uçuruyor. Etekleri, neredeyse başına geçecek. Ne çektik bu kahpenin elinden. Bari insaflı çıksa da, inmeden bizi görse. Hoş, onda pek o surat yok ya! Nereden mi belli? Biz adamı gözünden anlarız ağbiy. Kamarot demek, adam sarrafı demek. Sen bakma onun fanfin atışına.”

Yakub, 3 tane kürkü sintinede zor ulaşılan bir bölgeye saklamıştır. Kaçırdıkları sadece kürk değildir. Kravat, incik boncuk, bir de Yakub’un ne olduğunu bilmediği “zırıltılar”, ki, bunları Hasan kendi sokup çıkarır ve Yakub’a bunlar hakkında hiç bilgi vermez.

Gemi Marsilya dönüşü İstanbul’a yanaşınca para alış-verişi yapılacak ve kürkler kürk tamircisi Nubar’a teslim edilecektir. Fakat geminin revizyon işi çıkıp İstanbul’da kalma süresi uzayınca bu kafadarlar beklediklerinden çok daha fazlasını yaşayacaklardır.

İlk bölümde yakub’un ağzından başlayan anlatım, 2. Bölümde hasan’ın ağzına geçer. Gemi İstanbul’a yanaşmıştır. Yakub, sintinede saklı kürkleri gümrük görevlilerinin bulmasından endişelidir ancak Hasan bu konuda teslimiyetçidir. Ona göre kendilerinin görevi iyi saklamak, gümkükçünün görevi de bulmak… Neyse ki gemide hiçbir kaçak eşya bulunmadan arama biter. Herkes mutludur. Hasan hariç! O, mutlu edebilecek herşeye sahip olmasına rağmen, müthiş canı sıkılan bir adamdır. Üstelik bu sikıntınıun nedenini kendisi de bilmez. Kendisini sevmiyor. Belki de bundandır. Ancak şimdi kaçak kürkleri elden çıkarmak için arayışa gireceklerdir. Ancak karada ilk gecenin ritüelinde rakı kavun ve iyice sarhoş olup geceyi on iki numara’da Melahat ile sonlandırmak vardır.

“— Bekâr gemiciler, nerede geçirir ilk gecelerini?

— Orası malûm.

— Neresi malûm?

— Orası.

— On iki numarada Melâhat. Yakub'un, on iki numarada Melâhat’ı…”

Bir de sokaktaki adam vardır, konuşanlar içinde. Bu Hasan’a benzer, ama Hasan mıdır, tam bilinmez. Ama Hasan’ın sokaktaki adam olmak istediği mutlaktır. Her gün sokakta karşımıza çıkabilen, görüp geçtiğimiz, sıradan bir adam. Sıkıntısı belki de o olamamaktır.

“Ben Sokaktaki Adam’ım. Şurada burada dolaşırken, dikkatinizi çekerim. Bana kızdığınız, ya da beni sevdiğiniz olmuştur. Bir gece, herkes uykuya yattıktan sonra, sokaktan ıslık çalarak birisi geçer, ben işte O’yum. Siz yatağınızdan ıslığımı duyarsınız. Ya da sabahları, yıldızlar sönmeden, ayak seslerimle uyanır, bana söversiniz. Bu şehrin içinde dolaşıyorum. Nezleyim. İçimde acayip bir sancı. İki elim böğrümde kalmışım.”

Tanımlamalarda gelecekteki Attila İlhan şiirinin de temelini oluşturacak imgesel algılamalar, tezatları benzeştirme ve algı sınırlarını zorlayan duygu aktarımları vardır. “Kanı çekilmiş bir ampul”, “Mutsuz olunca adam, artık yaşadığına emindir”, “Yağmur, vitrinlere yağıyor” ve “İçim dışım yalnızlık”… Bunlar Attila İlhan’ın simgesel betimlemelerle bütün bir sahneyi anlatabildiği eşsiz ayrıntı yakalama sezgiselliğini göstermektedir.

Kürkleri elden çıkarmak isteyen hasan ve Yakub, Kapalıçarşı’da yeri olan Nubar’ı arıyorlar fakat bulamıyorlar. Nubar’ı bulamayınca onun gibi kürkçü olan Leon’u arıyorlar, fakat o da bizim Hasan ve Yakub’u tanımıyormuş gibi davranıp görmezden geliyor. Hasan bu duruma çok sinirlenince ikili kapalıçarşıya gidip dükkanlara bakmaya karar veriyorlar. Hasan Leon’a Yakub da Nubar’a gitmek üzere ayrılıyorlar. Sonrasında Yakub öğreniyor ki Nubar kaçakçılıktan hapse atılmış. Hasan ise tam dükkana giderken Leon’un iş yaptığı insanlardan biri olan Ahmet’le karşılaşıyor. Ahmet Hasan’a Leon’un neden onları tanımamış gibi davrandığını anlatıyor. Leon, Filistin’e gitmek istiyor. Nubar tutuklandıktan sonra onun da dükkanının şüphe çekebileceğini düşünerek bu tür işlerden elini ayağını çekiyor ki Filistin’e gitmesine engel olunmasın. Ahmet bunları anlatıyor fakat Hasan kürkler elinde kalsın istemiyor, anlaşma yaptığı Leon’a kürkleri teslim etme konusunda ısrarcı davranıyor. Ahmet bunun Leon’u zora düşüreceğini anlatıp kendisiyle iş yapmayı teklif etse de Hasan kabul etmiyor ve kürkleri Leon teslim almazsa polise bile şikayet edeceğini söylüyor. Eninde sonunda bir anlaşmaya varılıyor: Hasan, kürkleri Leon’un metresi ve bir fahişe olan aynı zamanda Meryem’e verecek, parayı da ondan teslim alacak. Bu şekilde hem Leon’dan şüphe duyulmayacak hem de Hasan istediğini elde etmiş olacak.

Gün geliyor ve Hasan parayı almak için Meryem’in evine gidiyor. Aslında sadece parayı alıp gitmeyi düşünse de Meryem biraz oturması için ısrar edince oturuyor. Ve Hasan’la Meryem’in ilişkisi başlıyor. Kamarot olduğunu söyleyen ama kamarottan başka her şey olan Hasan’la fahişeden başka her şey olabilen Meryem’in beraberliği.. Hasan Meryem’le birlikte olduğu bir gün ona eski sevgilisi olan Ayhan’dan bahsediyor. Böylece, Hasan’ın Güzel Sanatlar Fakültesi’nde iki sene okuyup bırakmadan önce tanıştığı Ayhan’ı öğreniyoruz. Bunlar olurken bir yandan da Yakub gazetelerden Ahmet’in de tutuklandığını öğreniyor ve sıra onlara da gelecek diye korkmaya başlıyor. Hasan’a olanları anlatıyor fakat Hasan’ın kafası çok farklı şeylerle doludur.

Bir gün, Hasan Ayhan’ı fakültesine gidip görünce ikili konuşmaya başlıyorlar fakat her ne kadar konuşsalar da Hasan birkaç gün sonra İstanbul’dan ayrılacağını söylüyor ve Ayhan’la olan belirsiz ilişkisine bir son veriyor. Tüm bunlar yaşandıktan sonra Hasan yine Meryem’in evine gidiyor ve burada Ahmet ve Nubar dahil herkesi ihbar edenin aslında Leon olduğunu öğreniyor. Leon, kendisini kurtarabilmnek için herkesi yakmıştır.

Kitap boyunca tüm karakterlerden bu hikayenin bölümlerini dinliyoruz. Bazen anlatıcı Ahmet oluyor, bazen Yakub ya da Hasan. Bazen de sokaktaki adam oluyor. Bu şekilde herkesin iç dünyasını biraz daha anlayabiliyor ve yorum yapabiliyoruz. Mesela Yakub, basit ve kendi halinde birisi. Parayla çok işi olmaz ama eline biraz para geçse yüzü güler, bu işe de para için değil sıkıntıdan giriyor zaten. Bunun yanında Ahmet’in dünyası parayla dönüyor, her işte kendi çıkarına bakıyor. Ana karakterimiz Hasan ise iç dünyası en derin karakter denilebilir. Yazar, Hasan’dan “ne istemediğini çok iyi bilen fakat ne istediğini bir türlü kestiremeyen” diye bahsediyor ve kitapta Hasan’ın gözünden anlatılan her satırda bunu çok iyi fark ediyoruz çünkü diğer karakterlerden farklı olarak Hasan’ın bölümlerinde kendisinin iç sesini okuyoruz. Kafasında bir yandan gemideki Marsilya’lı şarkıcı Rose-Marie’nin şarkıları dönerken bir yandan da Meryem hakkında düşünceleri dönüyor mesela. Diğer karakterlerden ise tüm olayları sanki birine anlatırlarmış gibi okuyoruz. Bunun sebebini de zaten kitabın sonunda aslında Hasan’ın sokakta bir kavgaya karışıp öldüğünü ve tüm karakterlerin aslında bu olay ve kaçakçılık olaylarından dolayı sorguya çekildiğini öğrenince görmüş oluyoruz.

“Kaldırımlar, yapışkan ve pis. Burnumuzun dibinde, seyredenlerin pabuçları. Onun elini tutuyorum. Can çekilmiş bile.

Nihayet:

— Ona, diye fısıldıyor, haber ver!

— Peki, diyorum, hangisine?

— Telefon et diyor, öldüğümü söyle.

— Ölmeyeceksin ki!., demek istiyorum, Hasan!

— Sersem! diyor, telefon edeceğine söz ver.

— Peki! diyorum, ama hangisine?

Birdenbire katılıyor. Başı arkaya düşüyor.”

Hasan kime haber verilmesini isterdi? Okuyucunun kafasında iki isim belirecektir: biri Meryem, diğeri ise “bir heykeli öper gibi” öpüştükleri Ayhan!

Kendisini arayan adam, Hasan, belli ki bu romanda Attila İlhan’dır. Kafası karışık ve yaşamın anlamını çözmeye çalışırken kaybolmuş Hasan’la özdeşleştirdiği kendi karakterinden izler taşır. Meryem’de en uç cinsel tercihler arasında aşkı yaşarken bile Ayhan’ı düşünür. Onunla buluşur, ama ona dönemeyeceğini de anlar, çünkü “bir heykeli öper gibi” öpmüştür Ayhan, onu.

****

Romanda bir de karakterlerden hiçbirinin ismiyle doğrudan bağlantısı olmayan, ama belli ki o günlerin "sokaktaki adam" ını anlattığı için hepsinin kendinden bir şeyler bulacağı "sokaktaki adam" portresi çizilmektedir. Bu portre sadece o günler için geçerli değildir; belki de bugünler için de o "sokaktaki adam" belli benzer özellikler taşır

"Ben bazan hükümetten yana, bazen muhalifim; bazen gerici, bazen komunist diye evimi polisler basar… 80 darbesi  Beni alır götürürler. Fakat ekmek asla ucuzlamaz. Bazan evimde oturur kanarya beslerim. Gazeteye, radyoya elimi sürmem. Ekmek yine ucuzlamaz. Aksine bozulur, esmerleşir, bir kuruş da üste koyar. Allah mı? Ben Allah’ıma inanırım. Ezanlar Türkçe okunurken de inanırdım. Her şeyin başı odur. O istemezse, hiçbir şey olmaz. Herkes dua ediyor. Hele şimdilerde, camiler adam almıyor. Sokaklarda sakallı kimseler türedi. Köylerde şeyh salgını varmış diyorlar. İkide bir çat kapı: Ne o? Filan camii inşaatı için bağış. Şu din dergisini al. Buna abone ol. İşin içyüzünü bilenlere bakarsanız, onlar da birbirlerine girmişler. Kimisi ben Sunni’yim diye bağırıyormuş, kimisi sen Şii’sin diye. Her birinin peşinde, işşiz güçsüz, dilenci kılıklı adamlar. Ben namaz kılamıyorum. Vaktim olmuyor. Sabahtan akşama kadar işteyim. Allah beni affeder ama. Değil mi ki, Adalar’da, Boğaz’da, sabahlara kadar işret edenleri affediyor…: "

****

Tüm karakterler özenle yazılmış ve olay örgüsü onların iç dünyalarıyla karışık bir şekilde bize verildiği için kesinlikle okurken sıkılmayacağınız bir kitap, “Sokaktaki Adam”.