"Doğu Akdeniz Sorunu" kitabının yazarı Y. Müh- Kaptan-Deniz Hukukçusu Cahit İstikbal, Yunanistan'ın Mısır ile imzaladığı SAR mutabakatını mercek altına aldı.
---------------------------------------------------------------------
Yunanistan, deniz yetki alanları konusundaki kışkırtıcı tutumuna devam ediyor.
Türkiye’nin tezlerinin uluslararası hukuk bağlamında kendi tezlerine kıyasla daha geçerli ve güçlü olduğunun aslında farkındadır.
Biraz bu yüzden, biraz da geleneksel şımarıklığından olsa gerek, sürekli provokatif (kışkırtmacı) bir tutum izlemekte ve uluslararası hukukun en temel kavramlarını bile dejenere etmektedir.
Yunanistan’ın dejeneratif-provokatif politikalar aracılığıyla Türkiye’yi hata yapmaya zorladığı ve bu gayretleri sonucunda çoğunlukla başarılı olamasa da zaman zaman küçük kazanımlar elde ettiği ve bu küçük kazanımların onu uzun vadede tutumunu sürdürme bakımından cesaretlendirdiği söylenebilir.
Bu küçük kazanımlar konusuna daha sonra veya bir başka yazıda dönülecektir. Aslında "Doğu Akdeniz Sorunu" kitabımı okumuş olanlar ne demek istediğimi hemen anlamışlardır.
Türkiye’de ise en istikrarlı tutum Dışişleri Bakanlığı’na aittir. Bu kurum, gerek içten ve gerekse dıştan süregelen tüm kışkırtıcı tutum ve davranışlara direnç göstererek, Türkiye’nin haklı politikalarından taviz vermeden ve uluslararası hukuk bakımından açığa düşmeksizin Devletimizin çıkarlarını en etkili bir şekilde savunmaya devam etmektedir.
İçerde ise türeyen bir takım popülist-oportünist diye tanımlanabilecek kişiler olayı bir temel ulusalcılık torbasına koyarak ve bunun karşısında görüş söyleyecekleri otomatik olarak karşı torbaya atılma riski ile başbaşa bırakarak söylemlerini sürdürmektedirler. Uluslararası hukuku iyi bilen ve popülist-oportünist olmayan kişiler ise bu durum karşısından giderek görüş bildirmez olmuşlardır. Bunun neticesinde meydan uluslararası hukuku aslında bilmeyen ama kendisini ön plana atmak için popülist söylemler tutturan bu kişilere kalmaktadır.
Kanaatimce aydın ve uzman kişinin gerçekte ne popülist olmaya ne de oportünizme gereksinimi olmaz. Onun görevi-elbette ki yaşadığı toprakların çıkarlarını da ön planda tutarak- hakkaniyetli bir şekilde doğruları söylemektir. Çünkü insan veya insanlar yanlış ve kötü olabilir ama insanlık iyiyi ve doğruyu arar, geç de olsa bulur ve eninde sonunda ona yönelir. Çünkü fıtratına uygun olan budur. İnsanlığın ortak doğrularına uymayan fikir, görüş ve politikaların uzun vadede kazanması zordur. Bu yüzdendir ki, aydın ve uzman kişinin vatanına hizmeti, uzun vadede kazandırıcı, insanlığın ortak vicdanı ve doğruları paralelinde olmalıdır. Aksi hizmet değil popülizm ve oportünizm olur.
Gelelim Yunanistan’ın yeni provokasyonuna.
Yunanistan ve Mısır, 22 Kasım 2022 Salı günü Kahire'de Havacılık ve Deniz Arama Kurtarma alanlarında bir Mutabakat Zaptı imzaladılar.
Mısırlı mevkidaşı Mohamed Zaki ile Mutabakat Zaptı'nı imzalayan Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos, imzalanan zaptın "Yunanistan ve Mısır arasında sırasıyla Atina ve Kahire FIR'leriyle aynı olan Arama ve Kurtarma için yetki sınırlarını ve sorumluluk alanlarını tanımladığını" ileri sürdü.
Yunanistan’ın bu hamlesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah es-Sisi ile Dünya Kupası'nın açılış töreni için gittiği Katar'ın başkenti Doha’da el sıkışmasından sadece birkaç gün sonra meydana geldi.
Yunanistan’ın bu hamleyi bu kadar kısa sürede organize edebildiğini ileri sürmek gerçekçi olmayacaktır. Ancak Yunanistan’ın aslında deniz yetki alanları bakımından bir değer taşımayan bu mutabakat zaptına olduğunun ötesinde bir önem atfetmek suretiyle bu yakınlaşmayı sabote etmek ve Mısır’la Türkiye’yi karşı karşıya getirme maksatlı kullandığı da açıktır.
Türkiye’nin imzalanan bu mutabakat zaptına verdiği karşılık ise uluslararası hukukun gereklerini hatırlatır ölçüde ağırbaşlı olmuştur.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Tanju Bilgiç, Yunanistan ve Mısır arasında 22 Kasım 2022’de imzalanan Arama ve Kurtarma Sahalarında İşbirliğine İlişkin Mutabakat Muhtırası Hakkındaki soruyu yanıtlarken, denizde arama ve kurtarma (Search and Rescue-SAR) bölgelerinin insan hayatını kurtarmaya yönelik hizmet sahaları olduğunu söylemiş ve bu sahaların uluslararası hukuka göre “egemenlik sahaları olmadığını” hatırlatmıştır.
Büyükelçi Bilgiç, arama kurtarma sahalarına ilişkin kurallar 1979 tarihli Hamburg Sözleşmesiyle belirlendiğini, Sözleşmeye göre hizmet sahalarının birbirleriyle çakışması durumunda ülkeler işbirliği yapmakla sorumlu olduklarını söylemiştir.
Türkiye ve Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’de ilan ettikleri ve Uluslararası Denizcilik Teşkilatına bildirdikleri denizde arama kurtarma bölgeleri birbirleriyle çakışmaktadır. Yapılması gereken, Yunanistan ve Türkiye’nin ayrı ayrı ilan ettikleri bu sorumluluk sahalarının çakışan bölümleri açısından biraraya gelip bu uyuşmazlığı ortak bir çözüme bağlamalarıdır.
MEB ilanında da durum farklı değildir. İki devletin bir araya gelip ortak kıyıdaş oldukları bir deniz alanı için Münhasır Ekonomik Bölge Sözleşmesine imza atmaları ancak aynı bölgeye kıyıdaş bir başka devletin olmadığı hallerde mümkündür. Eğer kıyıdaş bir başka devlet veya devletler varsa, iki devlet biraraya gelerek onların rızaları hilafına bir deniz alanında yetki ileri süremezler. Bu, BMDHS imzacısı olup olmadıklarına bakılmaksızın, uluslararası teamül hukukunun bir kuralı olarak tüm devletleri bağlayıcı etkiye sahiptir.
SAR Sahaları bakımından da benzer durum söz konusudur. Yunanistan ve Mısır’ın biraraya gelerek Türkiye’nin de kıyıdaş olduğu bir bölgede onun yokluğunuda arama-kurtarma yetki paylaşımı yapmaları uluslararası hukuk bakımından Türkiye üzerinde bir bağlayıcılık oluşturmayacaktır ve geçersizdir. Ancak, her halükarda, bu antlaşmayı sanki Türkiye ile Libya arasında imzalanmış bulunan MEB Antlaşmasına karşı bir meydan okuma olarak ortaya koymak, hem uluslararası hukuk kuralları açısından doğru bir önerme değildir hem de -başta da değindiğimiz gibi- Yunanistan’ın geleneksel kışkırtıcı politikalarının bir başka dışa vurumudur.
Yunanistan Türkiye ile SAR sahaları konusunda iş birliği yapmaktan kadar hep kaçınmış ve geçmişte anlaşma önerilerini reddetmiştir. Dışişleri Sözcüsüne göre bunun nedeni Yunanistan’ın arama kurtarma hizmet sahalarının egemenlik alanı olduğunu ileri sürmesi ve bunları maksimalist deniz yetki alanı iddiaları ile irtibatlandırmasıdır. Yunanistan’ın bu yaklaşımı 1979 Hamburg Sözleşmesine aykırı, gayrı hukuki bir tutumdur. Dolayısıyla Yunanistan ve Mısır arasında imzalanan mutabakat muhtırasına bu gerçeklerin ötesinde bir anlam yüklemek mümkün değildir.
Türk dışişleri ayrıca Ege’de masum sığınmacıları uluslararası hukuka aykırı olarak geri iten ve hayatlarını tehlikeye atan bir devletin Doğu Akdeniz’de arama kurtarma konusunda mutabakat muhtırası imzalamasını çelişki olarak görmüştür ki doğrudur.
FIR Konusu ise Türkiye-Libya arasında imzalanmış olan MEB Sözleşmesi ile hiç irtibatlandırılamayacak olan bir konudur.
Uluslararası hukuk bakımından Kıyı Devletleri, karasuları üzerinde tam egemenliğe sahiptir. Gemilere tanınan “zararsız geçiş hakkı” istisna kabul edilir; tam egemenliği bozmaz. Tam egemenlik, yasama, yürütme ve yargı erklerinin üçünün birden kullanılabilirliğini tanımlar. Kıyı devleti, karasuları üzerinde deniz taşımacılığını düzenleme hakkını (BMDHS tarafından verilen 'masum geçiş' hakkı korunarak) ve meydana gelebilecek herhangi bir kazayı soruşturma hakkını içeren tam egemenliğe sahiptir. Ancak, bir Kıyı Devletinin MEB üzerindeki yargı yetkisinin kapsamı açık değildir. Kıyı devletine MEB üzerinde tanınan ve aslında tamamen ekonomik niteliğe sahip önemli bir takım yetkiler olsa da bunlar karasularında olduğu gibi “tam egemenlik” veren yetkiler olarak addedilemez. . Deniz yatağı ve su sütunundaki deniz kaynakları üzerinde 'egemenlik hakları' vardır. Gemilerin seyrüseferi ve ilgili diğer hizmet ve operasyonlar açısından ise MEB suları açık denizlerde (high seas) olduğu gibi "uluslararası sular" olarak kalmaya devam eder. Yine MEB üzerindeki hava sahası da ilgili kıyı devletinin denetiminde değildir. Kıyı devletinin burada rüzgâr santralleri kurmak yetkisi vardır ancak uçakların FIR hattı vb. gibi konularda MEB, kıyı devletine egemen yetkiler vermez.
SAR sahalarının sınırlandırılması için kıyı devletlerinin izleyebilecekleri yöntemler konusunda iki farklı yaklaşım mevcuttur. Bu iki yaklaşımdan birincisi deniz yetki alanlarının sınırlandırmasını SAR sahalarının sınırları bakımından da esas alırken diğeri arama kurtarma (SAR) operasyonları için devletler arasında mutabakat ile belirlenmiş sorumluluk alanlarını esas almaktadır.
Birinci yaklaşım açısından, kıyı devletinin belirlediği deniz arama kurtarma sahası, yetki alanına giren suların kapsamı ile uyumludur. Yani ilgili kıyı devletinden, kendi karasuları içinde ve münhasır ekonomik bölgesi içinde denizde arama-kurtarma görevleri yapması ve tehlikede olan insanları kurtarması beklenebilir.
İkinci yaklaşım, Hamburg Sözleşmesi olarak da bilinen Denizde Arama Kurtarma Uluslararası Sözleşmesi (SAR Convention) uyarınca bu deniz sahaları için sınırlandırmanın kıyı devletlerinin kendi aralarında varacakları mutabakatla yapılmasını öngörür. Bu yaklaşıma göre bir devletin kendi ulusal deniz arama kurtarma sahasının belirlenmesi diğer ülkelerle yapılan anlaşma ile belirlenir. İki ülke arasında ilgili bir arama kurtarma anlaşmasına varılması halinde, olayın asıl yeri bir ülkenin münhasır ekonomik bölgesinde olsa bile, arama kurtarma anlaşmasına taraf olan diğer Devletler de arama ve kurtarmaya katılmakla yükümlü olurlar.
Her iki yaklaşımda da ortak unsur, denizde arama kurtarmanın bir insani yardım faaliyeti olduğudur. Türkiye, bunun bilincinde olarak, denizde arama kurtarma faaliyetini bir egemenlik gösterisi olarak yorumlamamaktadır. Bunu yaparken, "kaza mahalline ne kadar çok yardım giderse insani yardım o kadar etkili olur" düşüncesinden yola çıkmaktadır. Yine bu çerçeveden hareketle Türkiye, gerek Ege'de belirlenmiş olan ve gerekse de şimdi Türkiye-Libya MEB sahasını da kısmen içerecek şekilde Yunanistan-Mısır arasında imzalanan mutabakat ile ortaya çıkan arama-kurtarma sahalarının çakışmasını/örtüşmesini bir sorun olarak görmemektedir. Yunanistan ise SAR Sözleşmesine sözde uyarak ama Türkiye ile mutabakata varmaksızın belirlediği arama-kurtarma sahalarını deniz yetki alanlarının da bir kanıtı olarak ileri sürmektedir. Burada Yunanistan'ın yaklaşımı yukarıda değindiğimiz birinci yaklaşıma daha yakın görünmektedir.
Yunanistan'ın bu yaklaşımı, esasında insani yardım faaliyeti olan arama-kurtarma hizmetine sekte vurabilecek niteliktedir. Arama-kurtarma sahalarının sınırlarını deniz yetki alanlarının sınırlarının bir kanıtı/göstergesi olarak gören anlayış kesintisiz ve sürekli ve kim(ler) tarafından verileceği açık olması gereken bu hizmetleri zora sokma hatta ortadan kaldırma riskine maruz bırakmaktadır. Çünkü, kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda çok sayıda uyuşmazlık bulunmaktadır. Bu nedenle uygulamada insani yardımın ulaştırılması aşamasında uyuşmazlık çıkacak ve bu yardım belki de ulaştırılamayacaktır. Bu yüzden, Türkiye'nin ortaya koyduğu, arama-kurtarma alanlarını bir deniz yetki sahası sorunu olarak görmeyen yaklaşım insani yaklaşımdır ve Hamburg Sözleşmesi ile de uyumludur. Sonuçta bu deniz alanları Devletlerin teknik yeteneklerine göre belirledikleri arama ve kurtarma sahalarıdır. Kıyı Devletlerinin deniz yetki alanlarıyla bir ilgileri yoktur. Kıyı Devletinin egemen yetkilerini, özellikle de kolluk gücü kullanma yetkisini bu sahaların sınırlarına kadar genişletme eylemini dayandırabileceği bir uluslararası hukuk kuralı mevcut değildir . Arama-kurtarma sahaları kıyı Devleti tarafından IMO'ya yapılan tek taraflı bir bildirimle resmileştirilir. Bu bilgiler ışığında baktığımızda, BMDHS uyarınca ilan edilmiş MEB sınırları içerisinde ilgili kıyı devletinin bir arama-kurtarma münhasır yetkisinden söz etmek mümkün değildir. Kıyı devleti, kendi MEB sınırları içerisinde diğer devletlerin SAR operasyonu kapsamında ticari-ekonomik değeri olmayan insani yardım ulaştırma eylemini engelleyemez. Ancak kıyı devleti, bunu yaparken, bu eylemi egemen yetkisini kullanarak yaptığını söylüyorsa buradaki işlem butlan bile değil, yokluk ile malul olur çünkü olmayan bir yetki kullanılamaz.
Sonuç itibariyle; Yunanistan ile Mısır arasında 22 Kasım 2022’de imzalanan Arama ve Kurtarma Sahalarında İşbirliğine İlişkin Mutabakat Muhtırası’nı Türkiye ile Libya arasında imzalanan MEB antlaşması ile ilan edilen deniz yetki sahalarına bir meydan okuma gibi göstermeye çalışmanın uluslararası hukuk bakımından bir geçerliliği yoktur. Türk Dışişleri’nin verdiği yanıt ağırbaşlı ve yerinde bir yanıttır. Yunanistan’ın yapmaya çalıştığı olmayan bir meydan okumayı var gibi göstererek ve Mısır’ı da kendisi ile birlikte bu meydan okumanın bir tarafı gibi ortaya atarak Türkiye ile Mısır arasında oluşan yumuşamayı engellemektir. Öte yandan da, Türkiye'nin bu mutabakata karşı çıkması halinde, bir başka yaygara kopartarak, Türkiye'yi "insani yardımın ulaştırılmasını engelleyen ülke" durumuna sokmak isteyecektir. Bu şekilde Türkiye'yi "dilemma" durumuna sokmayı amaçlıyor. Şöyle ki; Türkiye karşı çıkmazsa Yunanistan'ın bu bölgede deniz yetki alanı bakımından egemen yetkisini kabul etmiş olacak, karşı çıkarsa "insani yardımı engellemekle" itham edilecektir. Türkiye bu tuzağa düşmez. Ege'de de düşmedi, şimdi Mısır-Yunanistan arasında imzalanan bu mutabakatla ilgili de aynı politikayı devam ettirerek düşmeyecektir.
Bu arada, münhasır ekonomik bölgeleri “Mavi vatan’ın bir parçası” gibi gösteren, uluslararası hukuku popülist hukuk olarak görenler için de bu gelişmeler bir uyarı niteliğinde olmalı. Münhasır ekonomik bölge kavramına "tam egemenlik" kullanılan alanlara benzer anlamlar yükleyince daha sonra zor durumda kalınabilir. Nitekim, örneği ortada. Yunanistan'ın imzaladığı FIR ve SAR mutabakatlarını "MEB sahasında kullanılan egemen yetkilere zararı olmaz" diye haklı olarak önemsemiyoruz. Oysa aynı şeyleri "gerçek mavi vatanımız" olan karasularımızda yapabilirler mi? Karasularımızda arama-kurtarma faaliyeti yürütebilir, veya karasularımız üzerinde izinsiz uçuş gerçekleştirebilirler mi? Tam egemenlik işte budur.
Biraz günlük değil, uzun vadeli ve geçmişte söylenenlerle gelecekte söylenmek durumunda kalınacakları hesaplayarak o doğrultuda politikalar oluşturmak gerekiyor. Özellikle Yunanistan'ın tahriklerine ve iç popülist söyleme kapılmadan.