TARIM TOPLUMUNDAN, SANAYİ TOPLUMUNA, ORADAN SANAYİ ÖTESİ TOPLUMA... 

PEKİ YA SONRA; SAKSIDA DOMETES, BİBER, PATLICAN. 

Yazan: Harun Şişmanyazıcı / Ekonomist 

1969-73 İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğrenciyiz. Bize sanayileşmenin önemi anlatılıyor. ‘’Tarım toplumu olmamalıyız, Sanayinin milli gelirimiz içindeki payı artmalı, İhraç mallarımızın içindeki sanayi mallarının payı ha keza yükselmeli. Çalışan nüfus içinde sanayide çalışanların oranı artmalı. 3 ton buğday satıp, karşılığında küçük bir elektronik aygıt alma ile kalkınma olmaz.’’  

Daha sonraki yıllarda yeni bir slogan ‘’Nüfus artışı kontrol edilmeli, kaynakları sınırlı bir ülke için çok çocuk doğru değil, ilave her çocuk diğer çocukların refahını bölüyor. Ailenin iktisadi gücü bu çocukları okutmaya, sağlıklı bir şekilde eğitmeye yetmiyor.’’ Aile planlaması, nüfus kontrolü hayatımıza giriyor. 

Diğer taraftan, nüfus kontrolüne hiç uymayacak şekilde, tarımda iş gücü lazım, bu nedenle çok çocuk önemli, tarlada çalışacak işçi lazım, birkaç tane kadınla evlenmek gerekli, evin erkek çocuğuna gelen gelin hem nüfusu artırmalı hem de tarlada çalışmalı.  Pederşahi, ataerkil aile modeli, kadınların, çocukların önemi yok. Sosyolojik yapı bunun üzerine kurulmuş, adamlar kahvede kadınlar tarlada. 

Güneyde Feodal yapı, aşiret düzeni, topraklar ağanın malı, çalışan maraba da. Makinaya gerek yok, modern kölelik düzeni, maraba nasıl olsa karın tokluğuna çalışıyor. Verimlilik düşük, çünkü yapılan tarım extensif tarım. Ancak kadim Anadolu tohumları, hastalıklara dirençli, genetiği ile oynanmamış, insanoğlunun genetiğine uygun. 

Toplumun dini hassasiyeti yüksek, bu coğrafyada oluşan tüm yerleşik medeniyetlerde olduğu gibi din önemli. Çünkü din ile tarımsal üretim arasında yakın ilinti var. Meteorolojik olaylar tarımı etkiliyor, bunlar ise tanrıdan geliyor. Kuraklık oluyor, din görevlisi yağmur duasına çıkıyor. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı semavi dinlere kadar hepsinde durum aynı. 

Bu coğrafyada antik çağlarda paganizm döneminde, toprak kutsal ve doğurgan, tıpkı kadın gibi. Bu nedenle ilk tanrılar kadın, çok memeli, bereket tanrısı aynı toprak gibi. Anadolu’da Ana Tanrıça Kibele, 40 memeli. Efes’teki Artemis (Efes Artemisi bereket tanrısı olmakla beraber, aslında Yunan Artemis’i vahşi doğa, avcılık, ok ve yay tanrısıdır), Roma mitolojisinde ise Diana Yunan Artemis’ine denk gelmektedir.  

 Yunan mitolojisinde bereket, tahıl ve hasat tanrıçası Demeter. Roma’da Ceres olmuştur. Ekinleri ve bunların içinde özellikle Buğdayı simgelemektedir. Yani buğday bu kadar kutsaldır. 

Görüldüğü üzere pagan döneminde üretim ilişkisi, modeli ve ekonomi ile din arasında yakın ilişki bulunmaktadır. O dönemin üretim modeli ve dayandığı ekonomi ise tarım ekonomisidir. 

 Onun için toprağın adı Toprak Anadır. Paganizm döneminde yani çok tanrılı dinlerin olduğu dönemde rahipler, tapınak olarak oluşturulan gözlem evlerinde göğe bakarak, gözlem yaparak, takvimler hazırlayarak aslında ekim, hasat, depolama zamanlarını oluşturmuşlar, tarıma dayalı üretim için iş bölümünü, daha sonra ise bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyecek nizamnameleri yaratmışlardır.  İlkel toplumlarda, klanlarda, boylarda düzen kuran şamanlar, daha sonra rahipler üretim düzenini planlamış ve bunun idaresi için bir otoriteyi yaratmışlardır. Boyun, klanın reisi, ülkenin kralı gibi.  

Daha sonra bulunduğumuz coğrafyada insan oğlu gök yüzünde çakan şimşek, düşen yıldırım, patlayan yanardağ gibi anlayamadığı olaylar sonucu, bu olayları yapan gökyüzünde bir gücün olduğunu düşünerek tanrıyı topraktan göğe çıkararak eril yapmıştır. Artık tanrı babadır. 

 Zeus Tanrıların ve İnsanların babasıdır. Bu baba kavramı Hristiyanlık da tevhid de Teslis (Üçlü Birlik)olarak bulunur. Baba Tanrıdır, Oğul (İsa)Tanrıdır, Kutsal Ruh tanrıdır. Hristiyanlık da tanrı tekdir, ancak kendisini insanlığa sözü edilen 3 şekilde açıklamıştır. Diğer dinler ise Baba tanrının tanrılığını, yani kendisini tek öz ve tek kişide gösteren Tanrıyı kabul ederler. İslam da ise Allah zaman ve mekandan Münezzehtir. Allah’ın şeklini düşünmek caiz değildir. O her yerdedir ve bir kalıba sokulamayacak kadar yücedir. Ancak bizim toplumda da Allah Baba çok kullanılan bir ifadedir. Çünkü içinde bulunduğumuz Anadolu medeniyetlerinin kültüründe pagandan Hristiyanlığa bu ifade yer almaktadır.  

Bu olayın kökü belirttiğim gibi çok tanrılı dinlere kadar gider, tanrının eril olması gücünden gelir. Doğa olayları, gök gürültüsü, fırtınalar, depremler bir kudret işidir ve gökten gelir.  

Toplayıcılık döneminde ise insan hayvandan da korkar ama onu öldürebilir. Yaşamak için buna mecburdur. 

O dönemde tanrı insanın avladığı hayvanın ruhudur. İnsanoğlu beden ölse de ruhun kaybolmadığına inanır. O dönem için insanoğlunun yarattığı tanrı avlasa bile korktuğu çekindiği hayvanın ruhudur. Kuzey Amerika yerlilerinin inandığı Manitu gibi, ya da Ulu Manitu –Ulu Büyük Ruh gibi. 

 İnsanoğlu toprağa yerleştikten sonra tanrıyı ruhtan müşahhas hale dönüştürmüş ve heykellerini yapıp, putlaştırmıştır. Kendisine benzeyen ve gökte olduğunu varsaydığı şekle dönüştürmüştür. Şamanizm inancında da Gök Tengri’dir. 

Yukarıda belirtildiği üzere; tarım ile gök ve Tanrı arasında da yakın ilişki bulunmaktadır. Bu nedenle dünyanın güneyi daha dindar, sanayinin olduğu kuzey bölgeleri ise dine daha mesafelidir. Bunun nedeni tarımdan farklı olarak üretim araçları üzerindeki kontrol ve hakimiyetidir. Artık üretim sanayide meteorolojik olaylarından etkilenmemektedir. Sosyalleşme açısından da bu böyledir. Sanayi bölgelerinde insanlar daha yalnızdır. Daha bireyseldir. Tarım kesiminde ise daha iç içedir. Çünkü tarım imece ve yardımlaşma gerektirir.  

Bizde de aynı durum mevcuttur. Sosyolojik olarak kırsal da daha birliktelik vardır. İnsanlar yalnız değildir. 

 Kırsal kesim tarım yaparak pazar için üretmese bile, ürettiği ile kendi için geçimini sağlar. Cumhuriyet döneminde köylü için önemli ürünler; aydınlanacağı gaz yağı, elbise dikeceği kumaş, ayağına lastik ayakkabı, tuz ve şekerdir. Gerisini kendi üretir, karnını doyurur. Ürünün fazlasını pazarda satıp, bunlara ilave ihtiyacını da karşılar. Komşuları ile dayanışma içindedir. 

Zamanla tarım ektensif tarımdan intensif tarıma geçmiştir. Bize sanayileşmeyi tavsiye eden batı intensif tarım yani modern gübreleme, akıllı sulama, ilaçlama, kaliteli ve geliştirilmiş tohum ve makineleşme ile verimliliğini artırırken, bizde makineleşme 1948 yılında başlamış rahmetli Menderes zamanında geliştirilmiş ancak çok yaygınlaşmamıştır.  Çünkü makineleşme orta ölçekli ve büyük çiftlikler için geçerli olmakta, küçük çiftlikler için ekonomik olmamaktadır. Toprak reformu  Rahmetli Ecevit’in gayretine rağmen gerçekleşmemiş, Köy-kent projesi yapılamamış ,miras yolu ile topraklar bölünmüş ve tarım alanları sahibini  geçindirmeyecek kadar küçülmüştür. Köylünün finansman yetersizliği, daha sonra Doğu Anadolu’da terör, köylüyü ekmeye değil ekmemeye özendiren teşvikler, bazı ürünlerin üretimine getirilen yasaklar, sanayileşme, büyük şehirlerin cazibesi, bu nedenle şehirlere göç, gençlerin köylerde yaşamak istememesi gibi nedenler kırsal kesimde tarımı geriletmiştir.  Köylü şehre göçmüş, sanayide çalışmaya başlamış, geride bırakılan yaşlılar köyde geçimlik üretime devam edip şehre çoluğa, çocuğa erzak yollasa da maaşa ilave olarak ayni bir gelir yaratılsa da zamanla buda kaybolmuştur.  

Ancak daha kötüsü zaman içinde  intensif tarım uygulaması sonucu ithal edilen verimliliği yüksek, kısır tohumlar, Anadolu tohumlarını yok etmiştir. Ülke tohum açışından dışa bağlı kılınmıştır. Bu tohumları sağlayan da başta İsrail’dir. Arbitraj politikası gereği, sınırlı kaynaklar ülkenin ihtiyacı olan ve getirisi yüksek diğer alanlara kaydırılmış, ekilen alanlar azalmıştır. Çünkü elde edilen gelir ile dışarıdan tahıl ithal etmek daha ekonomiktir. Ancak bu arbitraj politikası her konuda ve her zaman faydalı olmamaktadır. Bizde de bir dönem olduğu sanılsa da aslında olmamıştır. 

Antik çağdan bu yana topraktan tanrı yaratan bu toplum, şehrin kargaşası içinde önceleri heybesinde getirdiği ve bir güç unsuru olarak muhafaza ettiği inancı da kültürü de yaşlılar ebediyete göçtükçe zafiyete uğramış, şehrin kozmopolit yoz kültürü baskın olmuştur. Televizyonlarda öğleden sonraki ve akşam üstü kuşaklarındaki programlardaki vakalar köyden şehre göçen ve henüz şehirli olamayan vatandaşlarımızda kadim Anadolu kültüründeki zayıflamanın ne derece arttığını ortaya koymaktadır. Bu sosyolojik olarak çok üstünde durulmayan ancak çok tehlikeli noktaya giden bir durumdur.   

Son 20 yılda ve öncesinde tarım konusunda bu ülkede hiçbir şey yapılmadığı söylenemez. Her dönemde çok şey yapılmıştır. GAP bile başlı başına iyi bir projedir. Ancak bir türlü bitirilememiştir. Bunun siyası nedenleri olabilir, bunları bilmiyoruz. Kaynak ayırımında öncelikte verilmemiş ve burada da bir arbitraj politikası uygulanmış olabilir. Bu ülkede tarım konusunda yeterli kanunlar, hatta bütçe kanunu ile ayrılan fonlar da ziraat okullarında yetiştirilen iyi ziraat mühendisleri de vardır. Hatta bu ülkede Hayvan Yönetimi Meslek Yüksek Okulu yani çobanlık meslek yüksek okulu bile kurulmuştur. Ancak bunlara rağmen sonuç, amaçlananın çok gerisindedir. Sıkıntı karar vermekte değil onları hayata geçirmek noktasında, uygulamada ve önceliklerdedir. Biz ulus olarak bir şeye çok iyi başlasak da ya onu bitiremiyoruz ya da sonu kötü oluyor. 

Bu cümleden olmak üzere, aldığımız tedbirlere rağmen geldiğimiz nokta burada bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de yapıldığı süre içinde Milli Gelire katkı sağlayan ancak yapıldıktan sonra bir değer üretmeyen inşaat sektörü lehine tarım alanlarının kaybedilmesi,  toplumu içinde bulunduğumuz şu günlerde binamı yiyeceğiz noktasına getirmiştir. Daha da kötüsü kendimize ait, orijinal, binlerce yıl geçmişi olan tohumlarımızı kaybettikten sonra ekecek tohum bulmakta köylü sıkıntı çekmektedir. Ya da çok pahalı olduğundan ya almaya gücü yetmemekte ya da TMO’nun alım yaptığında ödediği fiyata göre bu yüksek fiyattan tohum alıp üretmek maliyetini yükseltmektedir. Devlet yüksek fiyattan ürünü alsa vatandaşın yediği ekmeğin fiyatı yükselmekte, devlet sübvanse ederek ekmeğin fiyatını sabit tutsa, bu sefer mevcut enflasyona katkı sağlamaktadır. Köylü Pazar için değil, kendi geçimlik üretimi için de bu sıkıntıları yaşamaktadır.  Hükümet ve sivil toplum örgütleri son yıllarda tohum konusundaki problemi teşhis ederek, eski bereketli tohumlarımızı yeniden ihya etme çalışmalarına girmişlerse de bu dünden bugüne kısa sürede halledilecek bir husus değildir. Bir sistemi bozmak kolay olsa da onu eski haline döndürmek zaman almaktadır. 

 Türk toplumunun kırsalla ilişkisinin kesilmemesi gerekir, köydeki evi, bahçesi onun kara gün güvencesidir. Yazın tatile gidemese bile, 1 ay köyüne gider. Köyden kuru sebzesi, eriştesi, bulguru, tahılı, unu, yağı, meyvesi, meyve kurusu gelir. Bu nedenle krizler Türk toplumunu etkilemez, çalışan işini kaybetse köyüne gider, geniş aile yapısı içinde aile bireyleri ona sahip çıkar. Şehirde bu bağlarda kopmakta ve en yakın aile fertleri birbirlerine yabancılaşmaktadır. 20-30 yıl öncede bu ülkede enflasyon vardı, ancak toplum bu kadar sıkıntı içinde değildi. Söz konusu bu sosyolojik değişmenin bunda hiç mi rolü yoktur. 

 Bir taraftan yeni ürünler yaratıp, reklamlar ile bunları toplumun gözüne sokarak arzu yaratıp, borçlandırarak bunları aldırıp, gereksiz talep yaratarak tüketimi pompalamak, fakat çalışanın verimliliğini artırarak gelirini artırmadan bunu yapmak, borca dayalı bir büyüme sağlamak ne derece sağlıklıdır. Bu aşırı tüketim ve bunun borçla sağlanması sadece bizim sorunumuz olmayıp, tüm dünya için geçeri bir durumdur. 

Ancak bizi sanayileştirmek isteyen Batı, kendi tarımını ihmal etmemiştir. Sanayi de çok ileri gitmiş Almanya tarımda geri mi? Fransa? Hollanda? Balkanlar? Orta Avrupa? Kuzey Amerika? Avusturalya? İtalya? 

Bu ülkelerin hepsi sanayide de ileri ülkeler, ancak tarım sektörünü ihmal etmediler. İşin ilginci bize nüfusu düşürün tavsiyesinde bulunanlar, şimdi kendi nüfuslarının düşüklüğünden şikayet edip bunu artırma telaşı içindedirler. Doğurganlık oranı ve genç nüfus bir ülkenin iktisadi büyümesi ve refahı için en önemli unsurlardan biridir.  

 Çok nüfus olsun diyenlerden değiliz. Halkın gelirini ve imkanlarını artırıp, toplumu ve devleti zenginleştirerek, ailenin ve devletin bakacağı, her ihtiyacını karşılayacağı nispette nüfusun artmasını savunanlardanız. Ancak bir ekonomist olarak nüfusun önemini de inkar edemeyiz. Türkiye uzun süredir ortalama %4.5 büyümesini nüfusa ve sağlanan uygun sermayeye bağlı olarak gerçekleştirmiştir. 

70’lerden sonra daha doğrusu 80’lerde Batı daha açık ifade ile ABD ben SANAYİ ÖTESİ TOPLUM olacağım dedi. Enerji tüketimi az olan ve emek yoğun olmayan ancak kaliteli emek isteyen hizmet sektörüne ve yüksek teknoloji ürünlerinin üretimine ağırlık verdi. Bizim gibi ülkelerin de tarım toplumu olmaktan ağır sanayi toplumuna geçişini sağladı. Bizde buna sevindik. Rahmetli Özal bunu gördü ve sanayi aşamasını yaşamadan toplumu sanayi ötesi topluma dönüştürmek istese de bunda çok muvaffak olamadı. Fakat gerekli alt yapısı ve kurumları oluşturulmadan, girişimcilerimiz ve tüketicilerimiz kafa olarak buna hazırlanmadan hızlı bir geçiş olsa da neoliberal politikalar ile radikal değişiklikler yaptı. 

Türkiye ithalata dayalı katma değeri düşük ve düşük teknoloji ürünlerinde bulunduğu coğrafya da mevki avantajını da kullanarak ve küresel ekonomiye de eklemlenerek iyi bir hamle yaptı. Teşvikler ile kayda değer büyümeler sağladı. Demir çelik ürünleri, inşaat malzemesi, tekstil, kahverengi ve beyaz eşya, deri ürünleri, otomotiv sanayinde büyük merhale kat etti. 

Ancak tüm bunlar gelişen bir genç toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya, karnını doyurmaya yetmedi ve beraberinde bazı sıkıntılar da getirdi. Bunların en önemlisi bizi tüketim toplumu yaptı. Ancak bunu borçla gerçekleştirdi. Birdenbire dış ticarette liberalleşme birçok ürünlerimizin kalitesinin artmasını ve dış pazarlara açılmamızı sağlasa da içerde üretilen çok sayıda ürünümüzü de geriletti. İhracatımız artarken, ithalatımız da arttı. Tarım sektörümüzde bundan nasibini aldı. 

 Tarım insanın refahı bakımından önemli bir husus olup, çözülme döneminde Rusya’ya gittiğimde tahıl üretimi konusunda yeterli kaynaklara sahip olan bu ülkede halkın gıda ulaşımında sıkıntıların olduğunu gördüm. Yaşlılar ve devlet memurları başta olmak üzere halkın çoğu mutsuzdu, toplum sudan çıkmış balığa dönmüştü. Mutlu olan gençlerdi. 

Aynı dönemde Bulgaristan ve Romanya’ya da gittim. Doğu Almanya’yı da Ukrayna’yı da gördüm. İlginç bir şekilde Bulgaristan, hatta Romanya Ukrayna, Rusya ve Doğu Almanya’dan farklıydı. Romanya ve Bulgaristan sanayi ve teknoloji bakımından saydığım diğer ülkelere göre çok geriydi, iktisaden de durum böyleydi.  

Ancak Romanya ve Bulgaristan da sokakta gördüğüme göre halk diğer 3 ülkeye göre çok daha mutluydu. Bulgaristan da Çin mutfağı dahil, tüm mutfakları bulmak mümkündü, herkesin elinde cep telefonları vardı. Tüm gıda maddeleri, meyve, sebze, balık ve   et süt ürünleri dahil çok ucuz ve boldu. 

Bu iki ülke gurubundaki fark nedir diye düşündüğümde, Bulgaristan ve Romanya’nın mukayeseli olarak sanayide çok ileri olmasalar da halkın ihtiyacı olan tüm tahıl, sebze, meyve, et ve süt ve su ürünlerinde kaliteli ve yeterli miktara uygun fiyatlarda sahip olmalarıydı. Halkın önce karnı doyacak. 

Kanımca diğer önemli olan faktör Bulgaristan’ın batıya, ‘’demokrasi ve medeniyete’’ giden yol üzerinde olması nedeniyle kapalı bir rejimle yönetilmesine rağmen bu transit geçişte bile bu kültürel alışverişin gerçekleşmesiydi. Ancak 6.5 Milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. Böyle bir toplumu beslemek kolay olup, nüfus giderek azalmaktadır. Bunun nedeni doğum oranının düşmesi, ölüm oranının artması ve gençlerin daha iyi eğitim ve iş imkanı nedeniyle başka ülkelere göçmeleridir. Romanya nüfusunda da düşme olsa da nüfus Bulgaristan’a göre daha fazla olup 19 Milyondur. 

Meseleye yukarıda açıklandığı üzere din tarım ilişkisi açısından yaklaştığımızda; 

Bulgaristan da pagan döneminden kalan KUKERİ ritüeli ya da şenlikleri kötü güçleri uzak tutmak kış günlerinin karanlığından ışığa, bahara geçişi kutlamak için yapılsa da bu şölenlerde aynı zamanda bol hasat, mutluluk, sağlık ve refah için dualar yapılmaktadır. 

 Romanya’daki Mart ayında yapılan MARTİŞÖR kutlamaları da baharın gelişi, doğanın canlanması ve bereket için 8000 yıldır yapılan bir gelenektir.  

Baharın gelişi bütün toplum ve medeniyetlerde farklı farklı şekillerde kutlanmıştır. Anadolu’da da kutlanır. 

Türkler arasında baharın gelişinin kutlandığı Hıdırellez Bayramı pek çok inanç, ritüel ve geleneklerin yaşatıldığı bir kutlamadır. Örneğin; evin bereketinin artması, kısmetin açılması, ev sahibi olunması, iş bulunması, sağlıklı, zengin ve başarılı olunması, yılın bol mahsullü ve bereketli geçmesi gibi pek çok dileğin gerçekleşmesi için dualar edilip, uygulamalar yapılmaktadır. 

Yine eski Yunan da aralık ayı başından nisan ayı ortasına kadar 4 kez DİONYSOS rahipleri eşliğinde yapılan kutlamalar diğer hususlar meyanında Sonbaharda ekilen tahılın baharda çimlenmesi, bereket ve doğurganlık için yapılmakta, tanrılara kurbanlar sunulmaktaydı.  Anadolu eski uygarlıklarından Frigler ve Lidyalılarda en önemli mitolojik tanrılardan biri olan Dionysos bağ bozumu tanrısı olarak bilinmekte olup, bağ bozumu şenlikleri yapılırdı. Kökü bu dönemlere kadar uzanan bağ bozumu şenlikleri yine üretime, hasada dayanan seyirlik köy oyunları Anadolu da bazı yörelerde hala devam etmektedir. 

Tarım bir üretim biçimi olmanın yanı sıra aynı zamanda bir sosyalleşme aracı ve adeti, töresi, ritüeli olan bir kültürdür. Tarımın ihmali tüm bunlarında kaybolması anlamındadır. Tarım ile ahlak arasında da ilinti vardır. Son zamanlarda Süper Marketlerde hırsızlıklar artmaktadır. Müşteriler özellikle gençler, eli ayağı düzgün iyi aile çocukları Marketten küçük bir şey alıyor, ama sırt çantasına başka ürünler koyup, suyun parasını çıkıp gidiyor. Bu gençleri buna iten nedir. Bunların sosyolojik olarak araştırılması gerekmektedir. 

Tekrar konumuza dönersek Batının sanayi ötesi toplum olması yetmedi, fabrikalar kapandı, işsizlik arttı. Değer zinciri içinde ürüne nerede daha fazla ve ekonomik olarak değer katılıyorsa orada üretilip, en uygun yerde bunların bir araya getirilmesi çıkan nihai ürünün deniz taşımacılığı başta olmak üzere gelişen ulaştırma vasıtaları ile tüm dünyaya yayılması hayatımıza girdi. Ülkeler birbirlerine yakınlaştı adeta sınırdaş oldu. Küreselleşme böylece ölçek ekonomisine yol açtı, milyarlarca ton bir yerden bir yere ham madde olarak daha sonra ürün olarak taşındı. Dünyanın kaynakları hunharca ve görgüsüzce kullanıldı. Sonuçta denizler ve hava kirlendi. Denizlerde bereket kalmadı, deniz tanrısı Poseidon ve gök tanrısı Zeus çaresiz kaldı. Ama kızdı Poseidon, depremler yaptı, Zeus küresel ısınma, iklim değişikliği derken, seller, kuraklıklar yarattı. (Pagan döneminde olsaydık bu oluşum böyle değerlendirilirdi) 

Dünya bu çarpıklığın farkına 1960 sonları 1970 başlarına varsa da 2000’ler den sonra ciddi ciddi üstünde durmaya başladı. Şimdi 2050 ye kadar atmosfere salınan sera gazı salınımlarını daha doğrusu bunun %80 den fazlasını oluşturan Karbondioksit emisyonlarını sıfırlamayı planlamaktadır. Küreselleşme yerine bölgeselcilik devreye giriyor. Doğrusal ekonominin yerini döngüsel ekonomi alıyor. Tasarruf ön plana çıkıyor, üretim tekrar ana ülkelere ya da onlara yakın yerlere dönüyor. Tekil mülkiyetten çoklu mülkiyete geçiliyor. İnsanın iş gücü olması azalıyor, bunların yerini robotlar alıyor. Öğrenen, hisseden robotlar ve onların efendileri olan bir grup beyaz yakalılar.  

Ancak daha önemlisi gelir dağılımındaki adaletsizliğin yarattığı açlık ve fakirlik, kıtlık ve salgın hastalıklar artık ana sorunlarımız. 

2011 yılında yazdığım bir makalemde sözünü ettiğim Karınca Çin, Ağustos Böceği Batı değerlemem gerçek oluyor. Çin Buğdayın, Pirincin, Mısırın ve diğer gıda maddelerinin dünya toplam stok miktarına göre yarısından fazlasını stok yapıyor. Çin limanlarında 696 dökme yük gemisi, 450’nin üstünde konteyner gemisi bekliyor. Çin Afrika’ya giriyor, yatırımlar yapıyor. Çin ziraatçiler iyi maaşlar ile Afrika ülkelerinde tarım yapıyorlar. Aç Afrika’yı vin-vin esası ile kazanmaya çalışıyor. Aslında yeni sömürgeciliğin alt yapısını oluşturuyor. Bunu OBOR ile taçlandırıyor. Üretimi içinde ithal mallarının payını azaltmaya çalışıyor. Dahili üreticiyi koruyor. Gıda da kendi kendine yeter olmaya çalışıyor 

Daha önemlisi yakında olması muhtemel bir kıtlığa hazırlık yapıyor. Çünkü tarihinde bunu yaşamış. Genetik kodlarında bu hatıra var. Bu nedenle MAO devrimi batıda olduğu gibi sanayide işçiler üzerinden değil, köylüden kırsal da tarım üzerinden ve tarım işçileri üzerinden başlatmış. Devrim çocukları kırsal da tarlalarda üretim seferberliğine girmişler. Benzer şekilde yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde de köy enstitülerinde köy çocuklarına diğer hususlar meyanında yani örgün eğitimin yanı sıra modern tarım teknikleri öğretilip köylerine geri yollanarak çiftçileri eğitmeleri istendi. Tüm bunlar çok yararlı oldu. 

Ancak şimdi Türkiye de çiftçi ekecek tohum bulamıyor, fiyatı yüzünden gübre alamıyor. Uruguay’dan Pirinç, Çin’den sarımsak, Bulgaristan’dan saman ithal ediyor. Son 5 yıl aradan sonra ülke yeniden saman ithal etmeye başladı. 2000 yılında 9.8 milyon hektar olan Buğday ekim alanı, her yıl azalarak 2019 da 6.8 milyon hektara düşüyor.(Kaynak ZMO) aslında kendimiz için ürettiğimiz buğday da sıkıntı yok,1-1,5 milyon ton bir açık var, fakat Türkiye Dünyanın en büyük un ihracatçısı, bulgur, makarna, bisküvi ihracatçısı olup, bunun için buğday ithal etmektedir.(Büyük Oranda Rusya’dan)ithal edeceğimize  buğdayı da biz üretsek fena mı olur? 

Vaktiyle tarım için İlahları yaratan, toprağı ana ve kutsal sayan bu topraklarda tarım yapan çitçi sayısı 500 bin'e düşüyor ve Pagan ilahları kendilerini yaratan insanoğlunun düştüğü bu hale bakıp gülüyor, Zeus bunlar iyi günleriniz diyor. 

Kulağımda hocamın sözleri;’’ Tarımda çalışan sayımızı, Milli Gelir içinde tarımın payını azaltmamız lazım.’’ 

 Yıllar sonra şimdi düşünüyorum, biz bunu yanlış anladık galiba. 

 SANIRIM SÖYLEMEK İSTEDİKLERİ; TARIMI İHMAL ETMEDEN ÜLKENİN SANİYİLEŞMESİYDİ 

BİR ÇOK KONUDA ÇOK İYİ ŞEYLER YAPAN, HIZLI AKAN NEHRİ GEÇEN ÜLKEM, ÇAYDA BOĞULUYOR.. 

Anadolu da salaş bir meyhanede çalan plakta Orhan Gencebay söylüyor… 

Bir teselli ver, bir teselli ver, Yarattığın mecnuna bir teselli ver. Sevenin halinden sevenler anlar Gel gör şu halimi bir teselli ver. 

Ya da Barış Manço’nun sesi kulaklarımızda Domates, Biber, Patlicaaan  

Bu bayramda böyle geçti. 

30.04.2022 İstanbul.