MİLLİ RUH, JAPON MUCİZESİ ve GEMİ SANAYİMİZ Gemi sanayimizin son durumu hakkındaki  düşüncelerimi ve önerilerimi belirtmek için kaleme aldığım bu yazıma, bundan 30 yıl evvel yaşanmış bir Türk–Japon hikayesini naklederek başlamak istiyorum. Turgut Öz

MİLLİ RUH, JAPON MUCİZESİ ve GEMİ SANAYİMİZ

Gemi sanayimizin son durumu hakkındaki  düşüncelerimi ve önerilerimi belirtmek için kaleme aldığım bu yazıma, bundan 30 yıl evvel yaşanmış bir Türk–Japon hikayesini naklederek başlamak istiyorum.

Turgut Özal, Başbakanlığı döneminde Japon eğitim uzmanlarını Türkiye’ye davet edip eğitim sistemimizi tetkik ettirip, görüşlerini öğrenmek istemiş.

Türkiye’ye gelen Japon uzmanlar ilk, orta ve liselere dağılıp müfredatlarını ve öğretim şekillerimizi tetkik etmişler ve Turgut Özal’a çalışmalarını bitirdiklerini bildirmişler.

Bir süre sonra da Turgut Bey çalışmaların neticelerini Milli Eğitim Bakanlığı’nın bürokratları da öğrensinler diye büyük bir toplantı tertipleyip kendi de toplantıya katılmış.

Toplantı açıldıktan sonra Japon heyetinin başkanı kürsüye çıkıp heyeti selamladıktan sonra ilk cümle olarak “Sayın Başbakan, açık olarak söylemeliyim ki, sizin eğitim sisteminizde Milli Ruh yok.” demiş.   

Turgut Bey, bu şok cümle üzerine, biraz da şaşırarak “o da ne demek, biraz açar mısınız” diye sormuş. Japon eğitimci de, “Efendim, biz bütün çocuklarımızı daha okulları açılmadan hızlı trenlere bindirir, ülkenin her tarafındaki dev sanayi tesislerimizi gezdiririz. Çocuklarımıza bunları büyüklerimiz yaptı, şimdi bizler devam ettiriyoruz. Bu tesisler, Japonya’nın en değerli hazineleridir. Bunları sizlere emanet edeceğiz der sanayi tesislerimizi tanıtırız. Sonra da çocuklarımızı Hiroşima ve Nagazaki’ye götürür, atom bombasının tahribatı ile ot bitmeyen arazileri muhafaza ettiğimiz harap binalarımızı gösterir, onlara deriz ki; şayet siz gösterdiğimiz dev sanayi tesislerimize sahip çıkmazsanız onları geliştirmezseniz, düşmanlar gelir yeniden tepemizden bombaları yağdırır, bütün Japonya’yı böyle çorak topraklar haline getirirler. 

İşte Japon milli ruhunu çocuklarımıza böyle aşılarız.” diyerek sözlerini bitirince, salondaki bizim bürokratlardan biri söz isteyip “Ama bizim Hiroşima’mız yok ki, nereyi gösterelim?” diye sorunca Japon eğitimci “Sizin Hiroşima’nız, Nagazaki’niz yok ama, sizin bir Çanakkale’niz var ki bin Hiroşima’ya bedel. Çocuklarınızı oraya Çanakkale’ye götürün.” diye cevap vermiş.

 Japon eğitimcilerle ilgili bu son derece eğitici anekdota ilaveten ben de dokuz ay süre ile Kontrol Mühendisi olarak yaşadığım Japonya’da her gün şahit olduğum bir Japon geleneğini anlatarak devam edeyim.

İş kıyafetlerini giyinmiş, baretlerini takmış olarak sabahları saat sekizde işbaşı yapılan bulunduğum tersanede bütün işçiler işbaşından on dakika kadar evvel tersane meydanında toplanırlar, çalınan müzik eşliğinde ısınma ve jimnastik hareketleri yaparlar. Hareketlerin sonunda da hep beraber yüksek sesle aşağıdaki marşı okuyup hızla işlerine dönüp çalışmaya başlarlar. Her sabah bütün fabrikalarda milyonlarca Japon işçisinin birlikte okudukları işçi marşı şöyledir:        

“Yeni bir Japonya kurmak için, 
        Gelin kudret ve aklımızı birleştirelim,
        Bir şeyler katmak için elimizden gelen her şeyi yapalım,
        Bir kaynaktan çağlayan su gibi,
        Sonsuz ve devamlı,
        Mallarımızı dünya halkına gönderelim,
        Samimiyet ve ahenkle çalışalım.

        Büyü sanayi, büyü, büyü…”

Birinci anekdottaki Japon eğitimcilerin yeni yetişen nesillere sanayi tesislerini göstermeleri, o dev tesisleri onlara emanet etmeleri, çocuklarda Japonya’ya karşı bir sahiplenme duygusunun ve bir milli ruhun gelişmesine şüphesiz yardımcı oluyor. Gelişen bu milli ruh, onları, Japonya’nın kalkınması için çalışmaya zorluyor. O milli ruh, onları, ayni zamanda ülkeye karşı kötü bir şey yapmaktan ve ihanetten de koruyor.

Bütün Japon sanayi tesislerinde her sabah geleneksel olarak yapılan ısınma hareketleri ve beraberce yüksek sesle söyledikleri işçi andı da onları motive ediyor ve günlük performanslarını artırıyor. Ayrıca aralarındaki birlik ve beraberlik duygusunu da güçlendiriyor. 

1870’li yıllarda büyük Japon İmparatoru Meiji’nin başlattığı sanayileşme hamlesi , dış teknoloji transferi, yoğun teknik eğitim, geleneksel hale getirilen yukarıda bahsettiğim ritüeller ve yaratılan milli ruh, o yıllara kadar sadece balıkçılık, ormancılık ve pirinç ziraati yapan, ahşap tekne inşaatından başka sanayi bilmeyen Japonya’yı 50-60 yıl sonra dünyanın en ileri sanayi ülkesi haline getirdi.

Japonya, sanayileşmeye başlarken, birinci sıraya Gemi İnşa Sanayi’ni koymuş, böylelikle bir ada ülkesi olarak hem donanmasını hem de deniz ticaret filosunu geliştirmeyi hedeflemiştir. 

Japonya, Gemi İnşa Sanayi’ne öncelik vererek, ayrıca olmazsa olmaz sanayi kolları olan, 

•    Çelik ve metalürji sanayinin,
•    Genel makine ve motor sanayinin,
•    Elektrik, elektronik sanayinin,
•    Ahşap sanayinin,
•    Boya sanayinin
•    Gemi sanayine destek veren binlerce yan sanayinin

topluca gelişip bütün Japonya’ya yayılmalarını da sağlamıştır.
    
İlk önceleri, devlet sermayesi ve yabancı teknoloji yardımı ile kurdukları tersanelere ve çelik sanayi tesislerine zengin sınıfın yatırım yapmalarını teşvik ederek sanayiyi yavaş yavaş özel sektöre kaydırarak gelişmesini süratlendirmişler, bu başarılı özelleştirme politikaları ile zaman içinde dev sanayi kuruluşlarının ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Mitsubishi, Kawasaki, IHI gibi.

Bu hamlelerin getirdiği başarıyı 1950’li yıllarda Japon gemi inşa sanayinin geldiği mucizevi noktayı anlatarak doğrulamaya çalışayım.

1950’li yıllarda, bütün dünya tersanelerinde inşa edilen gemilerin yarısı kadar gemi Japon tersanelerinde inşa ediliyordu. 

İşte gerçek Japon mucizesi buydu.

Peki, Biz Neler Yaptık, Neler Yapıyoruz, Neleri Yapamadık?

Şimdi de Japonların sanayileşmeye başladığı 1870’lerden bu yana gemi sanayimizin geçirdiği aşamaları, başarılarımızı, hatalarımızı ve gelgitlerimizi, adil olmak için sıkıntılarımızı da belirterek özetlemeye çalışacağım.

1870’den bu yana gemi sanayimizdeki gelişimi, Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi olarak iki bölümde özetleyeceğim.  

  • Tesadüf bu ya Japonlar 1870’lerde sanayileşmeye başlamışlar; biz de74 m.lik İzmit adı verilen ilk çelik teknemizi 1874 de Haliç Tersanesinde inşa etmişiz; içine de yine Haliç Tersanesi’nde kopya da olsa imal ettiğimiz 100 HP’lik bir buhar makinesi koymuşuz.
  • iki yıl sonra,1876-1877 Osmanlı-Rus savaşı başlamış; Osmanlı, canının derdine düşmüş…
  • 1880’lerin başında Tersane-i Amire’nin Taşkızak bölümünde çelikhane kurulmuş; bazı modern tezgahlar getirilerek tersane tevsi edilmiş ve Alman teknolojisi ve yardımı ile montaj olarak iki adet denizaltı inşa edilmiş; ve denizaltılar 1886’da donanmaya teslim edilmiş. Bu sebeple, 1886 yılı, Türk denizaltıcılığının başlangıcı olarak kabul edilir.

1890‘lı yıllarda, bu defa Osmanlı –Yunan savaşı patlak vermiş ve tekrar bir ara verilmiş.

  • 1900’lerin başlarında Balkan ayaklanmaları başlamış.
  • 1908’de Balkan savaşı ve Balkan göçleri başlamış.
  • 1914’birinci Dünya savaşı başlamış.
  • 1915’ Çanakkale savaşı başlamış.
  • 1918’de İkinci Dünya savaşı bitmiş; Türkiye’yi işgal süreci başlamış.
  • 1919’da İstiklal savaşı başlatılmış, millet, ölüm kalım savaşına girişmiş.
  • 1922’de İstiklal Savaşı kazanılmış.
  • 1923’te nihayet kurtuluş ve Cumhuriyet’in kuruluşu...

Görüldüğü gibi, 1875’ten 1923’e kadar bu millet hiç rahat bir nefes alamadan düşmanlarla boğuşup durmuş. Bu arada Osmanlı’nın Gemi Sanayimizi geliştirmek için hiçbir şey yapmadığını söylemek biraz insafsızlık olur. Ciddi bir iyi niyet var ama yukarıda saydığım savaşlar, devletin sürekli yaşam savaşı vermesi sebebi ile, Japonya’da olduğu gibi istikrarlı bir sanayileşme gerçekleştirilememiş.

Gemi sanayimizin gelişememesinin sürekli savaşlar dışında başka sebepleri de var şüphesiz. Japonlar da bu süreçte devamlı Çin istilalarına maruz kalmış; Osmanlı kadar olmasa da düşmanları ile boğuşup durmuştur.

Başka gelişememe sebepleri olarak;

  • Adeta sıfır olan teknik eğitim ve yetişmiş insan gücünün olmaması,
  • Osmanlının tam bir borç batağı içinde olması,
  • Toplumda sanayi bilincinin yerleşmemesi
  • Sermayenin daha çok gayrı müslimlerin elinde olması, onların da ticareti tercih etmeleri,
  • Türk zenginlerinin daha ziyade devlet ricalinden ibaret olmaları, onların da öldükten sonra isimleri yaşasın diye han, hamam, cami, çeşme gibi ölü yatırımlara para dökmeleri; sanayiyi akıllarına bile getirmemeleri.
  • Devletin de Japonya da olduğu gibi zenginlerin paralarını sanayi yatırımlarına yönlendiröeyi teşvik etmeyi düşünmemesi; özelleştirme gibi bir modelden hiç haberdar olmaması gibi, 

muhtelif sebepler sıralanabilir.

Cumhuriyet Dönemindeki Gelişmeler

1. Devlet Tersaneleri:

Cumhuriyet’imizin kurulduğu 1923 yılı ile Denizcilik Bankası’nın kurulduğu 1952 yılına kadar geçen 30 yıl içinde Osmanlı’dan kalan Haliç’teki tersanelerde ufak tefek yenileme, birkaç küçük gemi inşaatları yapılıyor ama kayda değer bir gelişme görülemiyor.

1937 yılında Atatürk’ün emri ile Pendik’te büyük ve modern tersane kurulmasına karar verilmesi, bu tersanede çalışacak mühendisleri yetiştirmek üzere İngiltere’ye 20 lise mezununun gönderilmesi iki önemli ümit ışığı oluyor.

1952’de kurulan Denizcilik Bankası, tersanelerimizde yeni gemi inşaatını başlatmak üzere harekete geçiyor ve Haliç Tersanesi’nde Kartal ve Kabataş araba vapurlarının inşaatları peş peşe başlıyor. Kartal araba vapuruna eski bir geminin ana makinesi tamir edilerek konuyor.

Kartal ın eşi olan Kabataş araba vapuruna da Kartal’a konulan ana makinenin bire bir kopyası yine Haliç tersanesinde imal edilerek konuluyor.

1874’te Haliç’te yapılan İZMİT isimli 52 metrelik gemiye de İngiltere’den alınmış bir makinenin kopyası yapılarak konulduğu hatırlanırsa, 1874’ten 80 sene sonra tarih tekerrür etmiş oluyor. Başka bir deyişle geçen 80 yılda gemi inşaatımız tam anlamıyla yerinde saymış.

Bu defa 1874’ten bir farkı var; İZMİT gemisinden sonra arkası getirilememiş, 1953’ten sonra tersanelerimizde gemi inşaatı eski teknoloji ile de olsa devam ettirildi.

Bu arada özellikle Camialtı Tersanesi’nin imkanları genişletilerek burada 12.500 ve 18.000 tonluk gemiler inşa edilebildi. Diğer tersanelerde de şehir hattı tipi yolcu ve araba vapurları inşaatlarına devam edildi ama bu tersanelerin daha randımanlı çalıştırılmaları için özelleştirilmeleri gerektiği gerçeği hiç kimsenin aklına gelmedi.

İnşaatı 40 yıl sürüncemede kalan ve nihayet bitirilerek 1 Temmuz 1982’de açılan Türkiye’nin en büyük ve modern tersanesinin inşa edeceği gemileri dünya standartlarında inşa süreleri ve maliyetleri ile yapılabilmeleri için gerekli olan özelleştirme teşebbüsleri gerçekleşemedi.

1969’da daha tersane kurulmadan, sonra da 1981 yılında Japon IHI firması ile ortak olarak işletilmesi projesine devlet izin vermedi. Devlet hep, biz yaparız, biz işletiriz dedi. Biz yaparız dediler de ne yaptılar?

En sonunda 1999’da 170.000 DWT gemi yapmak üzere kurulmuş bu dev tersane, Deniz Kuvvetleri’ne devredilerek, bize göre bize göre bir nevi kapatılmış oldu; verilen emeklere de yazık oldu; yaptıkları da bu maalesef…

Pendik-Sulzer’e gelince, Türkiye’de gemi dizeli üretmek hayallerin ötesinde bir şeydi. Yıllar süren yoğun uğraşlar neticesinde o da gerçekleştirildi ve bu güzel fabrikada tam 99 adet motor üretildi. Türkiye, kendi motorunu kendi üreten bir ülke oldu ama 1999’da Türkiye’nin gururu bu fabrikada özelleştirilip geliştirileceği yerde, kapatılıp tamir atölyesine dönüştürüldü.

Gerek Pendik Tersanesi’nin, gerekse Pendik-Sulzer’in başınba gelenlere, memleketimiz için iyi oldu, faydalı oldu diyecek acaba bir kişi var mı bu ülkede? İyi oldu diyen biri varsa, ben ona buradan soruyorum, bu Pendik Tersanesi ve Pendik-Sulzer Japonya’da olsa Japonlar bu iki güzide kuruluşu böyle heder eder miydi? Asla etmezdi, asla!…

2. Özel Sektör Tersaneleri ve Devlet:

1980’lerin başlarında özellikle Haliç’teki atölye mahiyetindeki yerlerinden Tuzla Koyu’nda kendilerine ayrılan parsellere taşınan özel sektör tersaneleri, 1980’den 2000’e kadar geçen süre zarfında zorluklar içerisinde koster büyüklüğünde gemiler inşa ederek, tamirat yaparak kazandıkları paraları tersanelerinin gelişimine harcayarak modern teknoloji ile 15-20.000 tonluk gemiler inşa etmeyi başarır hale geldiler.

2000 yılından sonra dünya ticaret hacmindeki büyüme, yeni gemi talebini arttırınca dünyadaki yeni inşaat pastası ciddi ölçüde büyüdü.

Tuzla’daki özel tersaneler de bu pastadan ciddi paylar alıp, 2008, 2009 yıllarında Türkiye, dünya gemi inşa pazarından en çok pay alan ülkeler sıralamasında 5.sıraya kadar yükseldi.

Bu durum, hem mevcut tersanelerin kapasitelerini yükseltmeye hem de Yalova’da ve başka koylarda büyük yatırımlarla yeni tersanelerin kurulmasına veya planlanmasına sebep oldu.

2011 yılında dünyada aniden başlayan ekonomik kriz, dünya ticaret hacmini daraltınca, gemi inşa talebi de ciddi ölçüde azaldı. Bu durum özellikle kredi kullanarak tersanelerini büyüten, yeni tersaneler kuran tersane sahiplerini ciddi sıkıntıya soktu.

Dünya ekonomisinde başlayan kriz elbette yalnız Türk gemi inşa sektörünü vurmadı; başta Uzak Doğu olmak üzere bütün Batı ülkelerine ve gemi inşa sektörüne sıkıntılar yarattı. 

Gemi inşa sektörünü, birinci derecede lokomotif sektör olarak kabul eden bütün ülkeler zor durumdaki tersanelerine hemen sahip çıktılar; kar edemeseler de kapılarını kapatmamaları için sektöre verdikleri devlet teşviklerini arttırdılar; onların küçülen pastadan mümkün olduğu kadar fazla pay almaları, rekabet güçlerini arttırmaları için bütün imkanlarını kullandılar.

Biz, maalesef bu duyarlılığı gösteremedik. Devletten yeterli yardım alamadıkları için tersanelerimiz rekabet güçlerini kaybettiler; küçülen pastadan pay alamadılar. Ayrıca kredi kullanarak tersanelerini genişletenler, yeni tersane kurmaya çalışanlar, büyük sıkıntılar yaşadılar, halen de yaşıyorlar. İstisnalar dışında özellikle Tuzla’daki tersaneler şimdi büyük ölçüde tamirat ve havuzlama yapıp ayakta kalmaya çalışıyorlar.

Dünya beşinciliğimiz maalesef tatlı bir nostalji, tatlı bir anı olarak kaldı…

Gemi sanayi, 

-emek-yoğun bir sektör olduğu için, 

-bir çok yan sanayi kolunu canlandırıp geliştirdiği için,

-nüfus artışı yüksek olan ülkelerde işsizliğe ilaç gibi çare olan bir sektör olduğu için,

-gemi inşaat ve tamiratında marka haline geldiğimizde döviz getiren, ödemeler dengesine ciddi katkı sağlayan,

-lokomotif bir sektör olup, Japonya ve bütün Uzak Doğu ülkelerinin kalkınmasında birinci derecede rol oynamış bir sanayi kolu olduğu için,

gemi sanayimiz birinci derecede korunmayı, en yüksek teşvikle desteklenmeyi hak eden bir sanayi koludur.

Bir emektar olarak, buradan devletimize sesleniyorum:

-Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemiz bir deniz ülkesidir ve mutlaka denizci bir ülke olmalıdır.

-Deniz Ticaret Filosu ile Gemi İnşa Sektörü ile Türkiye, denizcilikte bir dünya markası olmalıdır.

-Bilinmelidir ki denizciliğe ve gemi sanayimize teşvik olarak verilen her türlü maddi katkı, şüphesiz ki misli olarak geri dönecek ve Türkiye kazançlı çıkacaktır…

Gemi Sanayi’mizin gelişmesi ve dünyada bir marka haline gelmesi için yılların tecrübesinin ışığında oluşan düşünce ve önerilerimi;

Sayın Devlet ricalimize 

Ve İlgili Dostlarımın bilgilerine ve takdirlerine sunuyorum.

Karar ve takdir tabii ki onlarındır…

En derin saygılarımla.

Yük. Müh. Ali CAN
DENİZ-DER Onursal Başkanı

-------------------------------------------------

NOT: 
Bu yazı münasebeti ile değerli denizci ve tersaneci dostlarımın ve bütün Deniz-Haber camiasının, yazılarımı okumak lütfunda bulunan saygıdeğer takipçilerimin 
yeni yıllarını en iyi dileklerimle kutlar, sağlık, mutluluk ve başarılar temenni ederim.