Roseline A. Gemisi, 1998 yılında Almanya’da inşa edilmiş, yaklaşık 148 metre uzunluğunda, 25 metre genişliğinde, 18,5 Knots (Deniz Mili/Saat) azami hıza sahip bir konteyner gemisidir. Gemi, Mart 2013 tarihinden bu yana Arkas Denizcilik filosunda bulunmakta olup, Arkas Denizcilik’in diğer gemileri gibi, Türk Bayrağı taşımaktadır.
Gemi, 20 Kasım 2020 tarihinde İzmit Körfezindeki Evyap Limanından, Libya’nın Misurata Limanı’na gitmek üzere 06:50 de hareket etmiştir. Gemi, Türkiye’deki son uğrak limanından çeşitli Marmara limanlarına da uğrak yapmıştır.
Roseline A. Gemisi, 22 Kasım 2020 günü sabah yerel saat ile saat 10:30 civarında Libya sahillerine 110 Deniz Mili (Yaklaşık 200 Km) uzaklıkta uluslararası sularda (High Seas) seyretmekte iken, kendisini EU WARSHIP olarak tanıtan ve bir Alman gemisi olduğu anlaşılan F220 bandıra numaralı Hamburg Fırkateyni tarafından önü kesilmiştir. Fırkateyn, VHF ile temas kurdukları gemiye bazı sorular sorduktan sonra bir helikopter kaldırmış ve Roseline-A gemisine, kaptanın muhalefetine rağmen bir kısım askeri personel indirmiştir (Arkas, 2020). Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından Sözcü Hami Aksoy aracılığıyla yapılan açıklamada, Birleşmiş Milletler’in Libya’ya yönelik silah ambargosu kararının uygulaması amacıyla AB tarafından Mart 2020 tarihi itibariyle başlatılmış olan MED IRINI Operasyonu'nun silahlı unsurlarının Saat 17:45’te gemiye çıktığı, saatlerce süren bir “teftiş” yaptığı, gemi kaptanı dahil tüm mürettebat üyelerinin zorla arandığı, toplanarak tek bir yerde hapsedildikleri, konteynırların güç kullanılarak arandığı, gemi kaptanının silahlı bir askerin gözetimine alındığı bilgileri verilmiştir (Aksoy, 2020). AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Sözcüsü Peter Stano tarafından yapılan açıklamada ise gemiye çıkılmadan, Türk Dışişleri Bakanlığına 4 saat önceden haber verildiği ve bayrak devletinin rızasını almak için iyi niyetle çaba sarf edildiği, Roma'daki Türk Büyükelçiliğinin talebi üzerine bu sürenin 1 saat daha uzatıldığı, yine cevap gelmemesi üzerine IRINI Operasyonu kapsamında gemiye çıkıldığı ve geminin NATO prosedürleri de dahil olmak üzere uluslararası kabul görmüş prosedürlere göre denetlendiği beyan edilmiştir. Aynı açıklamada Türkiye tarafından geminin aranmasına bayrak devleti olarak izin verilmediğinin resmen bildirilmesinden sonra gemideki aramanın durdurulduğu, arama müddetince gemide yasadışı malzemeye rastlanmadığı ve geminin rotasını takip etmesi için izin verildiği bilgilerine yer verilmiştir (Stano, 2020). Roseline A. Gemisine intikal eden askeri personel gece yarısından sonra saat 02:00 civarı aramayı durdurmuşlar ve bu saatten gemiyi terk ettikleri sabah saatlerine kadar gemide misafir olarak kalmışlardır çünkü hava koşulları gemiden tahliye edilebilmelerine izin vermemiştir. Dolayısı ile AB unsurlarının, bayrak devletinin “izin verilmediği” beyanından sonra gemide yaptıkları aramayı durdurmuş oldukları söylenebilir.
Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada geminin yükünün boya, boya malzemeleri ve insani yardım malzemesi olduğu belirtilerek silah ambargosunu delecek bir malzemenin bulunmadığına vurgu yapılmıştır. Olayda mağdur olan gerçek ve tüzel kişilere bu eylemden doğabilecek zarar ve ziyandan dolayı tazminat hakkının saklı tutulduğu hatırlatılmıştır (Aksoy, 2020).
Roseline A. Gemisinin aranması sonrası bu operasyonun uluslararası hukuka uygunluğu konusunda çok sayıda görüşler ortaya konulmuştur. Avrupa Birliği kanadından gelen görüşlerde “operasyonun uluslararası hukuka uygun olarak ve büyük bir titizlikle yapıldığı” ısrarla vurgulanırken, Türkiye tarafında ise “uluslararası sularda ticari gemilere müdahale etmeden önce bayrak devletinin onayının alınmasının esas olduğu, Libya silah ambargosuna ilişkin BM Güvenlik Konseyi kararlarının bu yükümlülüğü geçersiz kılamayacağı” savları öne çıkmıştır. Bu yazı kapsamında konu ile ilgili uluslararası hukukta yer alan kavram ve kurallar ele alınacaktır.
Açık Denizlerin Serbestliği İlkesi
Açık denizlerin tüm devletlerin özgürce kullanım hakkına sahip deniz alanları olduğu fikri 17. Yüzyıla kadar uluslararası hukukta hâkim bir anlayış değildi. Hollandalı düşünür Hugo Grotius, 1609 yılında yazdığı “Mare Liberum” adlı eserinde bu fikri ortaya atmıştır ve 1800’lü yıllardan itibaren açık denizlerin serbestliği giderek daha yerleşik bir ilke haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra açık denizlerin serbestliği konusunda daha muhafazakâr görüşler ortaya çıkmıştır. 1958 Cenevre Konferansından itibaren açık denizler konusunda uluslararası geçerliliği olan bir tanımlama üzerinde görüş birliği sağlanmak istenmiş ise de, 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne kadar bu başarılamamıştır. 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (BMDHS) 87. Maddesinde “Açık Denizlerin Serbestliği” ilkesi net bir şekilde ortaya konmuş, açık denizlerin, kıyısı bulunsun veya bulunmasın bütün devletlere açık olduğu temel ilkesi getirilmiştir. Şüphesiz açık denizlerin serbestçe kullanımı koşulsuz ve sınırsız bir özgürlük değildir. Bunun koşulu ve sınırı “barışçı amaçlarla kullanılması”dır (M. 88). Yine BMDHS uyarınca gemiler bayrağını çekme iznine sahip oldukları devletin tabiiyetine sahiptir (M. 91). Açık denizlerde savaş gemileri ve devlet gemilerinin yargı bağışıklığı mevcut iken, ticari gemiler bakımından böyle bir bağışıklık söz konusu değildir (M.95-96). Ancak, ticaret gemileri açısından esas yükümlülük bayrak devletine verilmiştir. Bayrak devleti yetkilileri dışında hiç bir makam tarafından soruşturma amacıyla da olsa, gemiye el konulması veya geminin seferden alıkonulması işlemi yapılamaz (M. 97/3).
Açık Denizlerin Serbestliği İlkesinin İstisnaları
Açık denizlerin serbestliği ilkesinin BMDHS uyarınca tek koşulu bulunduğunu bunun da barışçı kullanım olduğuna değindik. Bunun ötesinde bayrak devletinin münhasır yetkilerini sınırlayacak veya devredecek başka uluslarararası hukuk unsurları da bulunabilir. Daha iyi anlaşılması için bu konuyu biraz açmak isterim. Şöyle ki; uluslararası hukuk, devletlerin egemen eşitliği üzerine inşa edilmiştir. Egemen devletleri ilgilendiren uluslararası uygulamalarda “Serbest Rıza İlkesi (Free Consent Principle)" esastır. Devletlerin serbest rızası konusu o derece önemlidir ki Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesinde 70 ayrı yerde geçmektedir. Uluslararası hukukun kaynakları bakımından temel teşkil eden antlaşmalar hukuku da, teamül hukuku da devletlerin serbest rızası ilkesine dayanır (İstikbal, 2020, s. 99).
Her uluslararası antlaşma, sözleşme, mutabakat zaptı ve benzeri enstrüman, esas itibariyle onu imza, kabul ve onay aşamalarını geçirmiş devletlerin “rıza devri” anlamına gelir. Bir devlet, uluslararası bir antlaşmaya imza koyduğunda, aslında o antlaşmayı oluşturan hükümlere rıza gösterdiğini beyan etmektedir. Dolayısıyla serbest rıza ilkesi burada bu şekilde işlemektedir.
Konumuzla ilgili bir örnek verelim. Birleşmiş Milletler üyesi devletler, Birleşmiş Milletler topluluğunun esasını oluşturan bir uluslararası antlaşmaya imza koymuşlardır. Bu uluslararası antlaşmanın adı, “Birleşmiş Milletler Şartı (United Nations Charter)”dır. Antlaşmaya imza koyan her devlet, bu Örgütün belkemiğini oluşturan “Güvenlik Konseyi” nin alacağı kararlara uyacağını kabul etmiştir. Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları, üye devletler açısından bağlayıcıdır. Çünkü Birleşmiş Milletler Şartının 25. Maddesi, üye devletlerin “Güvenlik Konseyi Kararlarını kabul edecekleri ve uygulayacakları” hükmünü getirmiştir. “Pacta sunt servanda” (Ahde Vefa) ilkesi, üye devletleri bu hüküm uyarınca hareket etmeye mecbur kılacaktır (İstikbal, Kanal İstanbul, Montrö ve “Pacta sunt servanda”, 2020).
“Ahde Vefa” ilkesi, Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin bir hükmüdür. Türkiye bu Antlaşmaya imza koymamıştır. Türkiye ayrıca, BMDHS’ne de imza koymamıştır. Bu o zaman, bu uluslararası antlaşmaların hükümleri, Türkiye açısından bağlayıcı değildir, diyebilir miyiz? Diyemeyiz, çünkü burada “teamül hukuku” devreye girmektedir. Türkiye ve diğer devletler, imza koymamış olsalar dahi, “Ahde Vefa” ilkesi gibi, BMDHS’nin ve diğer uluslararası antlaşmaların veya uygulamaların teamül hukuku haline gelmiş pek çok diğer ilkesine de rıza göstermiş kabul edilirler ve onlar için de bu ilkeler bağlayıcı nitelikte kabul edilir. Bunun nedeni, teamül hukuku ilkelerinin, “ısrarlı muhalif” konumunda olmayan devletler hariç, tüm devletler bağlayıcı olma niteliğidir. Bu sadece Uluslararası Teamül Hukuku’na ömzgü bir niteliktir. Burada bir sessiz kabulden söz edilebilir. Çünkü, ilgili devlet, söz konusu kural teamül hukuk halini almadan önce muhalefet etmemiş ise, rıza göstermiş varsayılmaktadır. Açık denizlerin özgürlüğü ilkesinin istisnaları derken, işte yukarıda değindiğimiz özel durumları kastederiz. Gerek uluslararası antlaşmaların hükümleri gerekse teamül hukukunun yerleşik kuralları bakımından bazı özel durumlar açık denizlerin özgürlüğü ilkesine yer yer sınırlamalar ve kısıtlamalar getirebilir. Devletlerin bu sınırlamalara ve kısıtlamalara tabi olmaları açısından ayrı bir rıza göstermeleri aranmaz. Çünkü bahse konu antlaşmalara imza koyarak veya teamül hukuku söz konusu ise bu hukukun getirdiği kurala en başından itibaren ısrarlı muhalif olmayarak, rıza göstermiş oldukları kabul edilir.
BM Güvenlik Konseyi’nin 2292 (2016) Sayılı Kararı
Bahse konu Karar, BM Güvenlik Konseyi’nin 14 Haziran 2016 tarihinde gerçekleşen 7715. Toplantısında alınmıştır. Kararın esası, Libya’ya 2011 tarihli BM Güvenlik Konseyi Kararı ile uygulanmaya başlanan silah ambargosunun Libya kıyılarına yakın açık denizlere de genişletilmesine ilişkindir. Karar, giriş bölümünde Libya Ulusal Mutabakat Hükümetini “Libya’nın tek meşru hükümeti” olarak tanıdığını ilan etmektedir. Kararın temel hükümleri şunlardır:
1- Karar 14 Haziran 2016 Tarihinden itibaren 12 ay yürürlükte kalacaktır;
2- Karar, Libya sahillerine yakın açık denizlerde geçerli olacaktır;
3- Karar ile denetleme yapma konusunda yetkilendirme yapılan gemiler sadece savaş gemileri veya hiçbir şekilde ticari amaçla kullanılmayan devlet gemileri olabilecektir;
4- Üye devletler Karar’ın uygulanması açısından ulusal veya bölgesel olarak hareket edebileceklerdir;
5- Ulusal ve bölgesel hareket eden bu devletler Libya’ya giden ve Libya’dan hareket etmiş olan gemileri, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile istişarede bulunarak denetlemek üzere bu Karar ile yetkilendirilmişlerdir;
6- Bu denetlemede gemilerin silah ve ilgili malzeme taşıyıp taşımadıklarına bakılacaktır;
7- Denetleme özel ve istisnai bir durumdur ve makul gerekçelere (reasonable grounds) dayalı olarak yapılması gerekecektir;
8- Karar, denetlemeye tabi tutulan gemilerin bayrak devletlerine ise, yapılacak denetlemeyle ilgili işbirliği içerisinde bulunma çağrısı yapmaktadır;
9- İlgili devlet veya devletler grubu, herhangi bir denetlemeden önce ilk olarak geminin bayrak devletinin rızasını almak için iyi niyetle çaba gösterecektir. Burada rıza alınmasının mutlaka gerekli olup olmadığı muallakta kalmıştır, Karar’ın bütünü okunduğunda ve özellikle 10. Maddede “İlgili denetlemenin sonuçlarının, yasaklanmış malzeme bulunup bulunmadığının, bayrak devletinin rızasını almak için gösterilen çabaların ve işbirliği yapılıp yapılmadığının” Komite’ye bildirilmesi istendiğine bakılırsa, bu rızanın her halükarda gerekli olmadığı anlamı çıkmaktadır.
Söz konusu Karar ile denetleme yapacak devletlere yapılan yetkilendirme 12 aylık süre için geçerlidir ve bu süre Haziran 2017 başında sona ermiştir. Fakat yetkilendirme her bitişinden önce düzenli olarak her seferinde 12 ay olmak üzere yenilenmiştir. En son 5 Haziran 2020'de 2526 (2020) sayılı kararın kabulü ile 12 aylık yenileme daha yapılmıştır. Dolayısı ile BM Güvenlik Konseyi’nin 2292 Sayılı Karar’ının “Geçerli ve Yürürlükte” olduğuna ilişkin bir kuşku bulunmamaktadır.
Burada, söz konusu BM Kararının bazı ince noktalarını ele almakta yarar vardır. Bu ince noktalar, Roseline A. Gemisine yapılan müdahalenin uluslararası hukuk nezdinde nereye konulacağını da belirleyecektir.
1- AB’nin İrini Harekatı, Karar’da istenen “Libya Ulusal Mutabakat hükümeti ile istişarede bulunularak” gerçekleştirilen bir harekat mıdır?: Karar’da sözü edilen “istişare (consultation)” terimi uluslararası hukuk öğretisinde “rızanın altında, bildirimin üstünde bir kavram” olarak nitelendirilir (More than notification, less than consent) (Kirgis, 1984). Buna göre istişare, karşı tarafın rızasını mutlaka aramayan, ama sade bir bildirimden de ibaret olmayan bir girişimdir. Şu söylenebilir ki, AB İnisiyatifi olarak ortaya konulan İrini Harekatı’nın Libya’da BM tarafından tanına tek meşru hükümet olan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile istişarede bulunması, 2292 Sayılı BM Kararı açısından beklenen bir durumdur. Ancak bu istişarenin yapılmamış olması veya bu istişareden bağımsız olarak Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin böyle bir inisiyatifi tanımadığını ilan ettiğinin varsayıldığı durumda dahi, açık denizde icra edilecek böyle bir inisiyatifin meşruluğu bu Karar bakımından söz konusu olacaktır.
2- Roseline A. Gemisinin aranması için yeterli ve geçerli “Makul Gerekçeler” (Reasonable Grounds) var mıdır?: Harekatın en zayıf noktası tabiri caiz ise “Aşil’in Topuğu” diyebileceğimiz nokta burasıdır: Güvenli bir NATO ülkesinden hareket eden, saygın bir armatöre ait Roseline A. Gemisinin durdurulup güvertesine helikopterle iniş yapıp aranmasını gerektirecek “makul gerekçe” nedir? 2292 Sayılı BM Güvenlik Konseyi Karar’ı, böyle bir aramanın yapılabilmesinin koşulu olarak “Makul Gerekçeler” (Reasonable Grounds) olması gerektiğini şart koşmaktadır. Bu makul gerekçeler, Karar’a dayanarak Libya’ya veya Libya’dan silah ve yasak malzeme taşıması yapan gemiyi arayan üye devlet tarafından, Güvenlik Konseyi tarafından kurulan Libya Yaptırımlar Komitesi'ne bildirilmelidir. AB’nin iddiası, “Roseline A” nın “seyir rotaları göz önüne alındığında” BM silah ambargosunu ihlal ediyor olabileceğinden şüphelenmek için makul gerekçelerin mevcut olduğunu ileri sürmüştür. Olaydan sonra, Alman Basın Ajansına, yük gemisinin uzun süredir Libya'ya silah teslimatı için kullanıldığından şüphelenildiğini gösteren gizli bir AB belgesi sızdırılmıştır (Talmon, 2020). Düzenli sefer yapan ve AIS cihazı açık olarak tüm rotaları internet üzerinden takip edilebilen Roseline A. Gemisi hakkında ileri sürülen bu gerekçeler “Makul Gerekçeler” değildir. AB, Karar’ı ve uluslararası hukuk’un yerleşik kurallarını aşındırmadan, “Makul Gerekçe” ifadesinin içini layıkıyla dolduracak kanıtları ortaya koymalıdır. Bugüne kadar bu ortaya konulamamıştır.
3- BM Güvenlik Konseyi Kararı, açık denizde seyreden bir geminin durdurulup aranabilmesine cevaz vermekte midir?: Roseline A gemisi ile ilgili en çok tartışılan konulardan birisi de bu olmuştur. Ortada bir Güvenlik Konseyi Kararı vardır. Karar, Üye Devletler bakımından bağlayıcı niteliktedir. BM Genel Kurulu Kararları gibi tavsiye niteliğinde değildir. Öte yandan, açık denizde seyreden bir geminin bayrak devletinin açık rızası olmaksızın denetlenmesi, uluslararası anlaşmalarda veya bir BM Güvenlik Konseyi kararında açıkça belirtilen istisnai durumlar dışında, mümkün değildir. Bu, BMDHS kapsamında açıkça yazılı olmamasına rağmen, uluslararası teamül hukukunun bir kuralı haline gelmiştir. Peki buradaki açık rıza, yazımızın başında belirttiğimiz, BM Şartı’nın imzası esnasında verilmiş olan açık rızanın bizzat kendisi olabilir mi? BM Güvenlik Konseyi Kararı, teamül hukuku ile oluşacak bu çatışmayı önceden görerek dikkatli bir şekilde kaleme alınmış bir karardır. Kararın “istisnai bir durum ve istisnai bir bölge için geçerli olduğu ve bir teamül yaratmayacağı” içeriğinde açıkça belirtilmiştir. Bu bakımdan tereddüte gerek olacak bir hususun olmadığını düşünmekteyiz.
SUA Sözleşmesi ve 2005 Protokolü
Roseline A. Gemisinin AB tarafından başlatılan Med Irini Operasyonu çerçevesinde durdurulup aranmasından sonra, iç kamuoyunda ve medyada, operasyonun SUA (Suppression of Unlawful Acts against the Safety of Maritime Navigation) kısaltması ile bilinen Deniz Seyrüsefer Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Sözleşme kapsamında yapıldığına yönelik görüşler ortaya atılmıştır. Mart 1988'de Roma'da toplanan uluslararası konferans ile kabul edilen SUA Sözleşmesi’nin temel amacı, gemilere yönelik hukuka aykırı eylemlerde bulunan kişilere karşı uygun önlemlerin alınmasını sağlamaktır. Bunlar, gemilere zorla el konulması; gemilerdeki kişilere karşı şiddet eylemleri; ve gemiye zarar verme veya yok etme amaçlı aygıtların yerleştirilmesi gibi eylemlerdir. SUA Sözleşmesi’ne 2005 yılında bir Protokol eklenerek suç kapsamı biraz daha genişletilmiştir. Türkiye, gerek 1988 SUA Sözleşmesi’ni gerekse 2005 Protokolünü onaylamıştır. Esas olarak terör suçu ve bu suça yardım temel suç tipi olarak korunmuştur. Roseline A. Olayında gemiye müdahale eden AB Irini Operasyonu açıklamalarında eylemin BM Güvenlik Konseyi kararına dayanılarak yapıldığı açık olarak belirtilmiş olmasına karşın iç camiada neden SUA Sözleşmesine dayanılarak yapıldığının ileri sürüldüğü anlaşılamamıştır.SUA sözleşmesi 2005 protokolü ile Roseline A. Gemisinde yapılan denetlemenin arasında kurulabilecek tek ilişki 4 saat beklenmesi kuralıdır. Gerçekten de, devamında gemiye çıkılabilmesine izin verilen bu süreç, SUA Sözleşmesinde bahsedilen bir durumdur. Buna göre, açık denizde makul şüphe sonucu bir gemiye müdahale edecek olan bir devletin geminin bayrağının IMO Genel Sekreterliğince teyit edilmesinden itibaren 4 saat içinde bayrak devleti herhangi bir cevap vermemişse talep eden devletin gemiye çıkmak dahil kendisine bu çerçevede tanınan hakları kullanabilecektir. Burada “cevap verilmemesi” bir sessiz onay verilmesi gibi kullanılmaktadır ancak sözü edilen bu onayı uluslararası örgütler tarafından kullanılan sessiz onay usulü ile karıştırmamak gerekmektedir. Gerçekten de, “sessiz onay” usulü, Avrupa Birliği'nin (AB) Ortak Dış ve Güvenlik Politikası çerçevesinde ve BM Uluslararası Denizcilik Örgütü, NATO ve AGİT gibi bir çok kuruluşta kullanılmaktadır. Ancak buna rağmen, SUA Sözleşmesi 2005 Protokolünde sözü edilen zımni rıza, uluslararası örgütlerde kullanılan “sessiz onay” dan farklıdır. Burada “sessiz onay” tabiri kullanılmamakta, 4 saat beklenilmesi sonucunda artık üye devletin bayrak devletinden cevap beklemeksizin gemiye çıkılabileceği hükme bağlanmaktadır; bayrak devletinin bir onayından söz edilmemektedir. Ek olarak yararlı olabilecek şu bilgiyi de ilave edelim ki; SUA Sözleşmesinde 4 Saat beklenmesi sonrası gemiye çıkılabilmesine izin veren hüküm, açık denizlerin serbestisi ilkesine aykırı bulunmakta ve bu nedenle uluslararası alanda büyük eleştiri almaktadır ve bu nedenle 2005 Protokolünü imzalayan devlet sayısı istenilen sayıya ulaşamamıştır.
SUA Sözleşmesinin olaya uygulanabilecek bir başka hükmü ise tazminat konusudur. Nasıl ki 4 saatlik bekleme süresinden aramanın dayandırıldığı BM Güvenlik Konseyi kararında söz edilmediği halde SUA Sözleşmesinin ilgili hükmü uygulanmış ise yine aynı sözleşmenin hükmüne dayanılarak ve hukukun genel ilkelerinden yola çıkılarak maddi ve manevi tazminat istemi söz konusu olabilecektir. Kanaatimizce bu olayda gerek ilgili donatanın ve gerekse gemideki mürettebatın ve gerekse bayrak devletinin hukuksuz eylem nedeniyle (Unlawful Act) gördükleri maddi ve manevi zarar hukukun koruması altındadır. SUA Sözleşmesi 2005 Protokolü Madde 8bis 10. Fıkra hükmüne göre, geminin alınan önlemleri haklı çıkartacak fiili işlemediği ortaya çıkarsa taraf devletler alınan bu önlemler nedeniyle kendilerine atfolunabilecek zarar ve ziyandan sorumlu olacaklardır. Taraf devletlerin bu zarar, ziyan veya kayıpla ilgili olarak etkili rücu imkanı sağlayacakları da yine aynı fıkrada hükme bağlanmaktadır. Dolayısı ile, mağdur donatan ve gemiadamlarına tavsiyemiz, eğer bu arama ve denetlemeden dolayı maddi veya manevi bir kayba uğradıklarını düşünüyor iseler, dava yoluna gitmeleridir.
Sonuç
IRINI Operasyonu kapsamında Roseline A. Gemisine yapılan açık denizde yapılan durdurma ve denetleme eylemi, özellikle “makul gerekçe” noktasında izaha muhtaçtır ve AB tarafından yapılan açıklamalar, bu yazı hazırlanıncaya değin, “Makul Gerekçe” yi ortaya koymaya yeter nitelikte değildir. Öte yandan, BM Güvenlik Konseyi Kararı’nın devletlere ve devlet gruplarına açık denizde gemilerin aranabilmesi bakımından sadece Libya özelinde yeterli bir yetkilendirme verdiği konusunda şüpheye gerek olmadığı düşünülmektedir. Bu konuda söz konusu Karar ile Uluslararası Teamül Hukuku’nun çeliştiği ise bizzat Karar içeriği dikkate alındığında ileri sürülebilir nitelikte bulunmamaktadır. Kamu hukuku bakımından durum böyle iken, özel hukuk bakımından hak ihlalleri var ise tazminat talep etme hakkının gemi ve bayrak devleti açısından ortaya çıkmış olduğu muhakkaktır. Gerek gemi mürettebatı ve geminin donatanı, gerekse bayrak devleti, zaten makul bir gerekçeye dayalı olarak yapılmayan ve sonucunda herhangi bir yasak malzemeye rastlanılmayan bu aramadan dolayı uğramış bulundukları her türlü maddi ve manevi zararlarını ileri sürebilirler ve talep edebilirler.
Kaynakça
Aksoy, H. (2020, 12 5). TC Dışişleri Bakanlığı. 23 November 2020, Statement of the Spokesperson of Ministry of Foreign Affairs, Mr. Hami Aksoy: http://www.mfa.gov.tr/sc_-115_--turk-bayrakli-bir-ticari-geminin-irini-harekati-kapsaminda-ulkemizin-rizasi-olmadan-denetime-tabi-tutulmasi-hk-sc.en.mfa adresinden alındı
Arkas. (2020, 12 5). DenizHaber.Com Haber Sitesi. DenizHaber.Com: https://www.denizhaber.com/guncel/baskin-arama-yapilan-gemisiyle-ilgili-arkas-tan-aciklama-h90204.html adresinden alındı
İstikbal, C. (2020). Doğu Akdeniz Sorunu. Ankara: Seçkin Yayıncılık.
İstikbal, C. (2020, 12 6). Kanal İstanbul, Montrö ve “Pacta sunt servanda”. DenizHaber.Com: https://www.denizhaber.com/kanal-istanbul-montro-ve-pacta-sunt-servanda-makale,101214.html adresinden alındı
Kirgis, F. (1984). A Review of Prior Consultation in International Law: A Study of State Practice. Michigan Law Review.
Stano, P. (2020, 12 5). Lead Spokesperson for Foreign Affairs and Security Policy. European External Action Service: https://eeas.europa.eu/headquarters/headquarters-homepage/89221/operation-irini-statement-spokesperson-recent-inspection-turkish-vessel_en adresinden alındı
Talmon, S. (2020, 12 1). “Like pirates” – Turkey accuses Germany of illegally boarding its merchant vessel on the high seas. German Practice in International Law.