Fransız yazar ve felsefeci Albert Camus 7 Kasım 1913 yılında ,o zaman bir Fransız kolonisi olan Cezayir’de oldukça yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Camus’un büyükbabası yüzyıl başında daha iyi bir hayata kavuşmak umuduyla Fransa’dan Cezayir’e gelmişti.
Her ne kadar koloniye yerleşen Fransızlar o zamanın hukuk anlayışına göre Araplar ve Berberilerden daha fazla haklara sahip olsalar da özellikle Cezayir’de doğmuş olan Fransızlar ana karada yaşayan Fransızlarca küçümsenir ve Fransız argosunda kara ayakanlamına gelen pied-noir sıfatıyla anılırlardı.
Camus zamanın Fransız kolonisi ve bugünün bağımsız devleti olan Cezayir’in başkentinde, Cezayir Üniversitesinde felsefe okudu.
Camus üniversitede okurken okulun futbol takımının kalecisiydi ve dünyaca tanınmış bir yazar olduktan sonra bile futbolun takım ruhu, kardeşlik ve ortak bir amaç için mücadele gibi değerleri benimsemekte kendisine eşsiz katkılar sunduğunu söylemiştir. Ancak bu tutkusu on yedi yaşında verem hastalığına yakalanmış olduğunun anlaşılmasıyla sona erer.
Camus üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Alger Republican isimli sol eğilimli bir gazetede yazmaya başlar. Bu yıllarda Avrupa’da yükselmekte olan faşizm onu ve çevresini kaygılandırmaktadır.
Keza Araplara ve Berberilere Fransız idaresi altında uygulanan ayrılıkçı ve aşağılayıcı bazı uygulamalara karşı sömürgecilik karşıtı bir aydın olarak tavrını koyar.1940 yılında çalıştığı gazetenin Fransız idaresi tarafından kapatılmasının ardından Paris’e giderek editör olarak Paris-Soir gazetesinde çalışmaya başlar. Bu dönemde en bilinen romanı Yabancı üzerinde çalışmakta ve aynı zamanda Sisyphos Söylemi isimli felsefi denemesi ile Caligula isimli tiyatro eserini de kaleme almaktadır. Savaş başladığında gönüllü olarak Fransız ordusuna yazılmak istediyse de verem hastası olduğu için kabul edilmez. Almanlar Paris’i işgal ettiğinde Lyon şehrine giderek Fransız yeraltı direnişine katılır. Yine bu dönemde Camus kısa süren ilk evliliğinden sonra ikinci evliliğini 3 Aralık 1940 senesinde piyanist ve matematikçi Francine Faure ile yapar .
Albert Camus ,eşi Francine ve İkiz Kızlarıyla
Bir süre sonra Camus ve Faura Cezayir’in Oran şehrine yerleşirler ve Camus burada bazı okullarda öğretmenlik yapar. Ancak hastalığının ilerlemesi üzerine tedavi için bir süre Fransa Alplerinde bir bölgede kalırlar .
Bu dönemde Camus sonradan çok ün kazanan Veba isimli romanını yazmaya başlar. Buradan 1943 senesinde ilk eserleriyle artık iyice tanınmakta olduğu Paris’e dönüş yapar. Bu dönemde tanıştığı varoluşçu yazar Jean-Paul Sartre , Simone de Beauvoir, Andre Breton, İspanyol asıllı aktris Maria Casares içine girdiği entelektüel çevre içerisinde yakın görüştüğü isimler arasındadır. Sonradan Maria Casares ile uzun yılar sürecek fırtınalı bir ilişki de yaşayacaktır.
Albert Camus ve İspanyol Asıllı Oyuncu Maria Casares
Camus’un varoluşçu felsefeciler Nietzsche ve Arthur Schopenhauer’a olan hayranlığı onu karamsarlık ve ateizm ile düşüncelere ilgi duymasına yol açmıştır. Yine kitaplarında ortaya koydukları fikirlerle felsefe akımlarını derinden etkilemiş Stendhal, Herman Melville, FyodorDostoyevski ve Franz Kafka gibi edebiyatçılar da Camus’un eserleriyle yakından ilgilendiği yazarlar arasındaydı. Adı her ne kadar varoluşçu yazarlarla anılmış olsa da Camus bunu reddetmiştir. Camus her ne kadar sosyalist mücadele içinde yer almış bir sanatçı olsa da özellikle 2.Dünya Savaşı sonrasında totaliter komünizme karşı çıkarak liberal, özgürlükçü sosyalizm idealini benimsemiş ve bu tavrı ile yakınında olanları da oldukça şaşırtmıştı. Sovyetlerin 1956 senesinde Macaristan’a olan müdahalesinin karşısında yer alarak bu durumu yazdığı makalelerle de kınar.
Camus’un tüm eserleri kronolojik sıra ile aşağıda olduğu gibidir. Ancak bu listede de görüleceği üzere bazı eser ve denemeleri ölümünden sonra el yazılarından derlenerek yayına hazırlanmış ve basılmıştır.
- Tersi ve Yüzü (1937)
- Düğün Gecesi (1938)
- Yabancı (1942)
- Bir Alman Dosta Mektuplar (1945)
- Veba (1947)
- Başkaldıran İnsan (1951)
- Arthur Koestler ile Birlikte: İdam Cezasına Karşı Düşünceler (1954)
- Düşüş (1956)
- Sürgün ve Krallık (1957)
- Yanlışlık (1960)
- Sisyphos Efsanesi (1962)
- Doğrular (1964)
- Mutlu Ölüm (Ölümünden sonra,1970)
- İlk Adam (Ölümünden sonra,1995 )
- Defterler Mayıs 1935-Şubat 1942 (1962)
- Defterler Ocak 1942-Mart 1951 (1964)
- Defterler Nisan 1951-Aralık 1959 (1966)
- Caligula (1969)
- Sıkıyönetim (1971)
Camus hayranı olduğu yukarıda adı geçen bazı yazarlar gibi eserlerinde felsefi düşünceleri de sıklıkla işler .Ancak kendisini hiçbir zaman felsefeci olarak görmemiş ,edebiyatçı olarak anılmayı tercih etmiştir . Her ne kadar bu konuda alçakgönüllülük göstermiş olsa da Camus absurdism-saçmalık,anlamsızlık olarak anılan felsefi akımın öncüsüdür ve bu konuyu çok bilinen Veba ve Yabancı isimli romanlarında da ele alır.
Camus tarafından ortaya konulan , eserlerinde sıklıkla işlenen absurdism anlayışı hayatın ve insan yaşamının özünde hiçbir anlamı olmadığı düşüncesidir. İnsanoğlunun binlerce yıldır sürdürdüğü çeşitli anlam arayışları sonucu karşısında bulduğu , herhangi bir kurgunun eseri olmayan ,duyarsız ve tepkisiz bir kainattan başka bir şey değildir.
İnsanın hayatına bir anlam araması başlı başına anlamsız bir çabadır.
Ancak bu anlayış Camus’u sonuç olarak nihilizm anlayışına götürmez.
Hayatın özündeki anlamsızlığın ve amaçsızlığın ayırdına varmak kendimizden , hayattan vazgeçmemizi gerektirmez. Tam tersine bunun ayırdına varmak hayatın kısalığını ,anın zenginliğini ve olanaklarını görebilmek anlamına geleceği için , aynı zamanda hayatı ve tutkuları dolu dolu yaşamak için de bir fırsat sunar insana.
İnsanoğlunun kısacık ömründe evrenin kendisine sunduğu olanakları sonuna kadar zorlayarak kendisi ve içinde yaşadığı toplum için yarattığı anlam ve değerlerden başka bir manası yoktur hayatın.
Camus yoksul bir aileden gelerek kendini yetiştirmiş , kabul ettirmiş bir aydın ve başarılı bir edebiyatçı olarak her zaman hayatın ve insanların içinde oldu. Hayatın sunduğu tüm güzellikleri ve ona kattığı değerleri içinde yer aldığı toplumla bire bir paylaştı.
1957 senesinde Nobel Edebiyat Ödülünü alırken yaptığı konuşmada , hiçbir zaman sırça köşte oturan bir aydın olmadığının özellikle altını çizer.
“….Şahsen ben sanatım olmadan yaşayamam. Ancak onu her şeyin
üstüne de koymuş değilim. Tam tersine eğer ona ihtiyaç duyuyorsam, bu sanatın, çevremdeki insanlardan ayrı tutulamayacağından ve benim şu an olduğu gibi onlarla bir seviyede yaşamamı sağlayacağındandır.
Bana göre sanatın keyfi tek başınayken sürülemez.
Ortak neşe ve acıların bir resmini sunarak ,olabilecek en fazla sayıda insanı coşturmak için bir araçtır sanat.
Bu yüzdendir ki sanat sanatçıyı toplumdan kopmamaya zorlar. Onu en alçak gönüllü ve evrensel hakikate tabi kılar.
Kendisini başkalarından farklı gördüğü için sanatçı olma talihini seçmiş olanlar, çok geçmeden şunu fark ederler ki , kendilerinin başkalarına benzediğini kabullenmedikçe ne sanatlarını ne de farklılıklarını geliştirebilirler.
Sanatçı vazgeçemeyeceği güzelliklerin ve ayrı kalamayacağı toplumun ortasında , diğer insanlara uzanan bu sonsuz gidiş gelişlerde kendini yoğurur. İşte bu yüzden gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçümsemezler. Yargılamak yerine anlamak zorundadırlar….”
-Albert Camus 1957 Nobel Ödül Töreni Konuşmasından –
Camus hayatın anlamsızlığını kavrayan insanın önünde üç yol olduğunu öne sürer :
İnsan ilk olarak hayatına son vermeyi yani fiziksel olarak intiharı seçebilir. Camus’un intihar ile ilgili düşünceleri denemeleri ve romanlarında genişçe yer bulur. O kadar ki bu konu ile ilgili yazmış olduklarından bazıları onun en çok bilinen , alıntılanan aforizmaları arasında yer almıştır. Bu aforizmaların birkaçı aşağıda alıntılanmıştır. Son iki alıntıda görüleceği gibi Camus intiharı onaylamaz ,o her zaman yaşamın yanındadır.
“ Gerçekten önemli bir tek felsefe sorunu vardır : İntihar. ”
“ Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi
içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı
anlamadığımızı söylemektir. Yalnızca, ‘çabalamaya değmez’
demektir kendini öldürmek “
“ Kimi kez yaşamak , intihar etmekten daha çok cesaret gerektirir. ”
“ Hayat aslında yaşamaya değmeyecek kadar saçmadır, ancak
bununla birlikte yaşamak gerekir. ”
Camus insanın hayatın anlamsızlığı karşısında ,fiziki intiharın dışında diğer bir yol olarak dünyayı ve varoluşu kendi yorumlarına göre anlamlandırmaya çalışan çeşitli dinsel inanışlara ,ideolojilere ,düşünce akımlarına bağlanmasından bahseder.
Tüm bunlar ona göre insana , kullanıma hazır anlam şablonları sunar. İnsan bunlara bağlanmak yoluyla ,bu inanışların ve öğretilerin hayatın anlamına ilişkin reçetelerini kabul eder ve içinde olduğu karmaşadan kendini kurtarmaya çalışır. Camus bu ikinci yolu felsefi intihar olarak adlandırır kendi bakış açısından. Kafası karışan , yolunu kaybeden insan hayatın anlamı ya da anlamsızlığı üzerine olan yorucu arayışlarından vazgeçer ve kendisine sunulan çözümü kabul ederek teslim olur ve rahatlar. Camus yukarıda bahsettiğimiz gibi bu yaklaşımı felsefi intihar olarak adlandırdığına göre bu çözümü de benimsemez.
Ona göre insanın önünde bir üçüncü yol daha vardır :
"Hayatın anlamsızlığını en baştan kabul ederek hayatı dolu dolu yaşamak ve mücadeleye devam etmek".
Camus bu çözüme inanır ve bunu Sisifos isimli bir mitolojik anti-kahraman üzerinden örnekleyerek anlatır :
Sisifos Yunanistan’da denizcilik ve ticaretin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuş son derece zeki bir kraldı. Ancak gemilerine aldığı yolcuları çıkarı için öldürebilecek kadar açgözlü ve hilekâr biriydi aynı zamanda.
Homeros ’un anlatımına göre, Sisifos en becerikli insan olmasıyla tanınmıştı. Zeus’un sırlarını - özellikle onun nehir tanrısı Asopus'un kızı Aegina’ya tecavüz ettiği sırrını - açık etmiştir. Bunun üzerine Zeus, önce Thanatos'tan Sisifos’u cehennemde zincire vurmasını istemiştir. Sisifos ise bu durumdan sinsice kendini kurtarabilmek için kelepçelerin nasıl çalıştığını anlayabilmesi için Thanatos’tan bunları kendi üzerinde denemesini istemiş, Thanatos kendini zincirleyince Sisifos kelepçeleri iyice sıkılaştırmış ve böylece Thanatos'un artık dünyadan ölüleri almasını engellemişti. Bu durum bu süre boyunca hiçbir insanın ölememesine ve Tartarus'a taşınamamasına yol açmıştır. Bunun üzerine, rakipleri ölmediği için yaptığı savaşlardan keyif alamayan ve bu duruma bir hayli canı sıkılan savaş tanrısı Ares duruma müdahale etmiş, Thanatos’u serbest bırakıp Sisifos’u Tartarus’a göndermiştir.
Ancak uyanık Sisifos ölmeden önce, karısına kendisi öldüğü zaman -adet olduğu üzere yapılan - tanrılara kurban sunumunu yapmamasını tembihler. Böylece Sisifos, Yeraltı Dünyasında karısının onu ihmal ettiğinden yakınmış ve Yeraltı Kraliçesi Persephone’yi (veya Hades) kandırarak, karısının görevlerini yerine getirmesini istemek için dünyaya dönmesine izin vermesi konusunda ikna etmiştir. Sisifos tekrar dünyaya yani ülkesi Korint’e varınca, bu seferde de yeraltına geri dönmeyi reddetmiş ve sonunda Thanatos (bazı yazarlara göre ise Hermes) tarafından Yeraltı Dünyası’na geri götürülmüş ve orada cezasını sonsuza kadar çekmeye mahkum edilmiştir.
Sisifos’un Laneti
Hilekarlığının cezası olarak Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna bin bir güçlükle ittirerek çıkartmaya mahkûm edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kurtularak aşağıya yuvarlanmakta ve Sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. Tanrılar tarafından Sisifos’a verilen bu ceza sembolik bir biçimde modern insan hayatının ve varoluşunun tüm saçmalığı ve anlamsızlığının altını çizer. Kaçınılmaz olarak yok oluşa, diğer bir deyişle, ölüme mahkûm insanoğlu yine de bu dünyada var olan sorumluluklarından ,rutinlerinden kaçamadığı gibi sonsuza dek yaşayacakmış gibi onları sahiplenir de.
Camus’un gözünde Sisifos , dünyadaki anlamsız varoluşumuza katlanmanın formülünü bize veren absürd bir anti-kahramandır. Bin bir güçlükle yukarıya ittirdiği kayanın tekrar aşağı yuvarlanacağını bile bile her seferinde onu tekrar yukarı çıkaran Sisifos’un mutlu olduğunu var saymamız gerekir. Sisifos’un bu nafile çabası bizim günlük hayatımızda yaptıklarımızdan çok da farklı değildir aslında.
Ne zaman gerçekleşeceği belirsiz bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine bu işkencenin sonsuza dek süreceği gerçeği ile yüzleşen ve bu kaderini kabul edip aşağıya inerek tekrar taşı yukarı çıkartmaya çalışan Sisifos bir kahramandır. Bunu bir boyun eğiş değil bir başkaldırı olarak tanımlar Camus. Sisifos tüm bu anlamsızlık içerisinde bile çabasını ,mücadelesini sürdürür. Hayatı anlamsız da olsa mücadelesinin içinde kendine bir anlam yaratır.
Camus absürd felsefesini Yabancı romanı ile beraber en çok tanınan iki eserinden biri olan Veba romanında da etraflıca işlemiştir.
1940’lı yıllarda o zaman bir Fransız kolonisi olan Cezayir’in Oran liman kentinde birdenbire şüpheli fare ölümleri başlar. Fare ölümleri kısa sürede gitgide artarak her gün caddelerden , işyerlerinden yüzlerce fare ölüsü toplanarak imha edilmeye başlanır. Kitabın kahramanı Doktor Bernard Rieux ve bazı meslektaşları bu ölümlerin veba ile ilgisi olabileceğini düşünürler ve otoriteleri önlem alınması için bilgilendirirler. Doktor Rieux salgın kontrol altına alınamazsa birkaç ay içerisinde kentin yarısının hayatını kaybedebileceğini söyler. Ancak otoriteler veba salgını düşüncesine ilk başta şüpheyle yaklaşırlar ve tavsiye edilen sağlık ve karantina önlemlerini almaya yanaşmazlar. Ancak ne zaman ki boyunlarında koltuk altlarında, kasıklarında şiddetli ağrılar duyan hastalar çoğalıp , insanlar ölmeye başlayınca gönüllülerin de yardımıyla önlemler geç de olsa yavaş yavaş hayata geçirilir.
Ölümler o kadar artmaya başlamıştır ki eldeki mevcut ilaç ve serumlar yetmemeye başlar. Dışarıdan gelenler ise çok az ve yetersizdir.
En sonunda artık veba salgının çıktığı resmi olarak ilan edilir. Tüm kent halkına haber verilerek kente giriş ve çıkışlar yasaklanır ve kent kapılarına nöbetçiler dikilir. Şehirde kıtlıkla beraber yiyecek sorunu da başlar. Doktor Rieux’e çalıştığı hastane dışında üç hastaneye daha bakma görevi verilmiştir. Lakin aileler vebanın sonunda ölüm olduğunu bildiklerinden zorluklar çıkartmaya , sevdiklerini bir daha sağ göremeyecekleri endişesiyle kapıları dahi açmamaya başlamışlardır. İşin sonu polis müdahalesi, silah zoru ile hasta götürmeye kadar çıkar.
Şehrin Cizvit mezhebine mensup Katolik rahibi Panaleux kent katedralinde halka bir vaaz vererek bu salgının, insanlar Tanrıyı kalplerinden uzak tuttukları için verilmiş bir ceza olduğunu söyler. Ancak Doktor Rieux karşı çıkar rahibin bu yorumuna .Zira bunu kabul etmek demek dünyanın, evrenin bir kurgusu ,düzeni , ahlaki ölçütleri olduğunu kabul etmek demek olacaktır .Oysa ona göre dünya ahlaki bir düzenin hüküm sürdüğü ,acıların eşitçe paylaşıldığı bir yer değildir ve hiçbir zaman olmamıştır da.
Doktor Rieux Rieux bir hastadan diğerine koşarken Grand, Castel, Cottard, Tarrou, Rambert gibi yardımcılara da kavuşur. Raymond Rambert veba salgını çıktığı sırada bir araştırma için Oran şehrinde bulunan bir gazetecidir.
Rambert , doktorun veba ile olan savaşını takdir eder ve onu bir aziz gibi görür ancak yine de insan ömrünü aşk gibi yüksek idealler için harcaması gerektiğini düşünmektedir. Kitabın bir bölümünde Rambert ve Doktor Rieux arasında sıklıkla alıntılanmış şöyle bir konuşma geçer :
“ Ama siz bir düşünce uğruna ölümü göze alabilecek güçtesiniz,
bu açıkça görülüyor. Ben kahramanlığa inanmam, bunun kolay olduğunu ve ölümle sonuçlandığını bilirim. Beni ilgilendiren insanların yaşaması ve aşktan ölmesi. ”
Rieux gazeteciyi dikkatle dinlemişti. Ondan gözünü ayırmadan yumuşak bir sesle şöyle dedi :
“ İnsan bir düşünce değildir , Rambert. ”
Öteki, yüzü tutkudan kızarmış, yatağından atlıyordu.
“ O bir düşüncedir ve aşka sırtını çevirdiği andan itibaren, güdük bir düşüncedir. Ve işte, biz artık aşkı beceremiyoruz. Bunu kabullenelim doktor . Değişmeyi bekleyelim ve eğer bu olanaksızsa kahraman rolü oynamadan kurtuluşu bekleyelim. Benden bu kadar. ”
Rieux ayağa kalktı, ansızın yorgun düşmüş gibi bir hali vardı.
“Haklısınız Rambert , tümüyle haklısınız ve dünyada hiçbir şey adına sizi yapmak istediğinizden alıkoyamam, çünkü bu bana doğru ve iyi görünüyor. Ama yine de size şunu söylemeliyim : Tüm bunlarda kahramanlık diye bir şey söz konusu değil. Dürüstlük söz konusu. Bu gülünç gelebilecek bir düşünce, ama vebayla savaşmanın tek yolu dürüstlük.”
“Nedir dürüstlük?” dedi Rambert , ansızın ciddileşen bir tavırla.
“ Genel olarak ne olduğunu bilmiyorum. Ama benim durumumda sanırım sadece işimi yapmaktan ibarettir . ”
Gazeteci Rambert Paris’te olan kız arkadaşına kavuşabilmek amacıyla kentten ayrılabilmek için elinden geleni yapar ancak otoritelerden izin alamaz. Bunun üzerine bazı insan kaçakçıları ile anlaşır ,ancak tam kentten kaçışının gerçekleşeceği gün biraz da kendinden utanarak bu yapmakta olduğunun sadece bencil bir mutluluk arayışı olduğunun farkına varır. Sonunda kentte kalarak Doktor Rieux ve diğerlerinin veba ile olan mücadelesine destek olmaya devam etmeye karar verir. Anlamıştır ki veba ile mücadele aslında herkesin işidir.
Doktor Rieux bilmektedir ki salgın ortadan kalksa bile veba mikrobu asla ölmez , bir gün tekrar uyanana kadar hepimiz içinde yaşamaya devam eder. Salgın geride kalıp onu unuttuğumuzda ve sonsuza dek yaşayacakmış gibi sarıldığımız sıkıcı rutinlerimiz , hırslarımız , didişmelerimiz zamanla bizi tekrar esir almaya başladığında hayatın kısalığını , anlamsızlığını tekrar hatırlamamız için mikrop bir süre sonra mutlaka geri döner.
Camus ortaya koyduğu felsefeyi nasıl mitolojik anti-kahraman Sisifos ile anlatmayı denediyse ,Veba romanında yarattığı karakter Doktor Rieux ile adeta kendi özgün örneğini ortaya koyar. Doktor Rieux günümüzün Sisifos’undan başka biri değildir.
O da aynı Sisifos gibi hiçbir umut ışığı görünmese bile kaderinin yükü altında ezilmeden varoluşunu devam ettirir , olduğu yerde kalır ve sonuç elde edemeyeceğini bilse de mücadelesine devam eder.
Camus’un Veba romanında , Nazi işgali altındaki Fransa ve Fransız direnişini anlattığını iddia eden yorumcular da olmuştur.
Ancak sanırım Veba romanı belli bir dönemle kısıtlanamayacak derecede evrensel , güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyecek , çağlara uzanan bir mesajı olan ölümsüz eserler arasında yerini almıştır.
Camus 1957 senesinde Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldüğünde Rudyard Kipling’ten sonra bu ödülü alan en genç ikinci yazar olmuştu. Ne yazık ki bu başarının keyfini uzun yıllar süremeyecek ve 1960 senesinde talihsiz bir trafik kazasında henüz 47 yaşında hayata veda edecektir.
Ölüm biçimi onun ortaya koyduğu ,eserlerinde işlediği absurdism felsefesini son defa olarak şaşırtıcı bir biçimde tekrar hatırlatmıştır.
4 Ocak 1960 günü Albert Camus , arkadaşı Michel Gallimard’ın kullanmakta olduğu Facel Vega marka araba ile ,ailesiyle tatilini geçirdiği Provence şehrinden Paris’e dönmekteydi.
Ancak nedeni açıkça anlaşılamadan Paris’e 105 km kala Villeblevin kasabasında Gallimard , arabanın kontrolünü kaybederek bir ağaca çarptı .Camus olay yerinde hayatını kaybederken ,Gallimard ağır yaralandı ve sonrasında o da hayatını kaybetti. Aslında Camus eşi ve ikiz kızları ile Provence şehrine trenle gelmişti ve tüm ailenin dönüş biletleri de vardı.
Arkadaşının rica ve ısrarı sonucu Camus ailesini trenle Paris’e göndererek onunla beraber Paris’e dönmeye ikna olmuştu. Kendisine ait olan tren dönüş bileti olay yerinde paltosunun cebinden çıkmıştır. Daha ilginç olanı ise Camus’un bir konuşmasında trafik kazası sonucu ölmenin en absürd ölüm biçimi olduğunu ileri sürmüş olmasıydı.
Ait oldukları yerden ayrılmadan mücadeleye devam edenlere….
Alpertunga Anıker